Kültürün Unsurları - ...:: TÜRK DİLİ ::... Dil Bilgisi, Kompozisyon Konuları ve Sunuları, Kaynaklar

İçeriğe git

Kültürün Unsurları

DİL BİLGİSİ

KÜLTÜR UNSURLARI
Cihan YAMAKOĞLU
Birçok düşünür evrenin maddi yapısı ile insan ve toplum yapılarının çok farklı olduğunu düşünmüşlerdir. Aslında her madde birkaç elementin, değişik miktarlarda ve ortak şartlarda birleşmesinden meydana gelen bir yeni maddedir. Evrendeki maddeler kendilerini meydana getiren elementleri (maddeleri) de kendileri yaparlar.
Sodyum (Na) ile klor(CI) birleştiğinde sodyum klorür maddesi yanı sofra tuzu adındaki yeni bir madde meydana gelir. tuzu meydana getiren, sodyum veya klor elementinden bir miktarı eksik, artık, veya gerekenden fazla sıcak veya soğuk olsa bileşim meydana gelmez, madde tuz olmaz. Bambaşka ve bozuk bir karışım olur. Hatta bileşimin fiziki ve kimyevi ölçülerine uygun olmaması halinde bu maddeler birleşmezler. Birbirlerini tesir ederek bozarlar. Eski halleri de kalmaz. Bozuk ve işe yaramayan bir karışım ortaya çıkar. Karışım fiziki, bileşim ise kimyevi bir olaydır. Milletler de belli fizik şartlarda çok ciddi bir bileşimdirler.
İnsanların bir araya gelmesinden bir millet meydana gelmesi ve o insanların millet olması için de gerekli elementler kültür unsurlarıdır. Bu elementleri -kültür unsurlarını- millet çoğunlukla bizzat yapar yahutta çok az kısmını hazır alır. Ama bu elementler bir araya gelmezse millet meydana gelemez, o insan toplumu millet olarak kabul edilemez. Millet olarak kendini ispatlamış bazı insan toplulukları ise bu elementleri zamanla kaybederse bu defa millet olmaktan çıkar, başka milletlerin arasında bozuk bir karışım olarak kaybolup gider.
Milleti bir kimya formülündeki elementler gibi yapan unsurlar veya millet üretimi elementler nelerdir?
Bir duvar için, kum, taş, çakıl, çimento-kireç ve su yani harç gereklidir. Kum, taş ve çakıl, duvar olmak için, çimento ve su ile birleşmelidir. Kum ve çakıl birer yığın iken çimento ve su sayesinde kaynar kuru ve duvar olur. Millet denilen insanları da bir arada tutan "harç" onların kültürleridir.
Duvar yapılıp kaynadıktan sonra, harç bozulup taşların arasından ayrılırsa, duvar çöker ve taş yığını haline gelir. Hatta "duvar" dibinde olanları da ezip yok eder.
Bunu şöyle ifade edebiliriz: İnsanlar + Din + Dil + Yazı + Tarih + Örf ve Adet + Hukuk + Güzel Sanat ve Eserler + Giyim + Yemek = Millet ortaya çıkar. Bu elementlerin bir araya gelmesi ile bir arada yaşama arzusu ile millet meydana geldiği gibi bunlardan bir kısmının bileşimde bulunmaması halinde millet teşekkül edemez. Yahut millet olarak teşekkül ettikten sonra yukarıdaki özelliklerini koruyamayan, bilerek veya bilmeyerek bunları yaşamayan, hayatı dışına iten milletler, millet olmaktan çı¬karlar. Birliği sağlayan elementleri kaybettiği için bozukluk, bölünme başlar. Bu bölünmeler çok kere esir olarak başkalarının kölesi olmakla da sonuçlanır veya başka milletlerin içinde kaybolmakla sonuçlanır. Bu elementleri koruyan milletler ise esir olsalar bile yok olmaz, birliklerini korur ve bir gün bağımsızlıklarını elde edebilirler. Milli birlik bu kültür unsurlarının korunması ile yaşatılabilir.
Bu elementlerin hepsine birden "kültür değerleri" veya milli kültür ürünleri denilmektedir. İşte bir devlet için önce milletin meydana gelmesi gereklidir. Konuya verilen önem zaruri olan insan unsurunun birliği ancak bu elementler -kültür- korunarak ve yaşanarak sağlanacağı içindir.
Burada çok önemli olan noktalardan birisi, milleti yapan elementlerin yine o millet tarafından yapılmış, üretilmiş olmasıdır. Bunun tek istisnası özellikle semavi dinlerdir. Eğer bu elementler başka milletlerden alınıp, milletin formülüne dahil edilirse, milletin bozuk bir karışım manzarası alması kaçınılmazdır. Şu kadar ki milletlerin bozulması anında farkedilemez. Yıllar sonra, milletin geçmişi ile hiç bağlantısı olmayan davranışları ortaya çıkar. Kısaca geçmişinde, iğrenç, ayıp, suç, şerefsizlik, namussuzluk, hırsızlık, alçaklık sayarak, milletin kaçındığı hareketleri artık sıradan davranışlar olarak görülmeye başlanır.
Çünkü "millet olmak" başlı başına bir ilmiliğin ifadesidir. Bir insan topluluğunun millet olması için diğer insan gruplarından farklı bazı işler yapması, üretimde bulunması gerekir. Ancak bu toplum üretimlerini yapanlar ve yaşamaya devam edenler, millet olabilirler.
Milletler sahnesine çıkabilmek nasıl ki bir kısım farklı üretimleri ve icadları yapmayı gerektiriyorsa, millet olarak kalabilmekte bu üretimlerini, kendi sosyolojisi -ilmiliği- içinde yenileştirip korumasına ve yaşamasına bağlıdır..
Bu şekilde kendini insanlık sahnesinde ispatlayış, esasen o milli yapının büyük ölçüde ilmiliğini ifade eder. Çünkü kendi ilmiliğine -toplum bilimine aykırılıklar ağır basarsa millet kimliği kaybedilir.
İşte Türk Milletinin, günümüzde Türkiye'de ve gerekse Türkiye dışında varlığını devam ettirmesi, kendi ilmiliğini bir ölçüde devam ettirdiğinin ispatıdır. Bu, her millet için böyledir. Bize düşen görev, bu ilmiliği araştırıp kitaplaştırmaktır. Çünkü milletin var olması, başlı başına bir ilmiliktir. Bu varlık araştırma ile bilinir hale getirilmelidir.
Burada mesele, hangi ilmi unsurlar korunup geliştirilirse, millet devam edebilir yahutta hangi yabancı unsurların karışması millet olmanın ilmiliğini bozabilir meselesidir.
Bütün milletlerin sosyolojisi olan millî kültürler bağımsız birer ilmilik ifade ederler. Kültürlerin bu karakterde olması, onların birbirini etkilemesini engellemez. Bu sebepledir ki önemli olan yabancı kültürden, milli kültür için faydalı olanı veya milli kültür unsurlarının mayasını bozacak zararlı yönlerin ortaya çıkarılmasıdır.
Bu konuya açıklık getirmek için, bizim millet olmamızı ve millet olarak devam etmemizi sağlayan kültür değerlerimizi, buluşlarımızı bilmemiz gerekir. Denilebilir ki bir millet kendi buluşlarını nasıl olur da bilemez? Günümüzde milletinin buluşlarını bilmeyenler, demokrasiye ve milli iradeye saygısı olmayanlar şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Millete ve onun seçtiklerine saygı, milletin eserlerini bilmekle sağlanabilir. En kısa ve anlaşılır şekilde tarihten süzülüp gelen bu eserlerimizi bilmemiz veya öğrenip yaşamamız gereklidir. Çünkü bu buluşlarımız olmasaydı ve onları yaşayıp yüceltmeseydik, bugün millet olamayacaktık.
Öyleyse Türk Milletinin varlığının devamını sağlayacak olan kültür değerlerimiz nelerdir sorusunu cevaplayabiliriz. Bunlar Türk dili, Yazıları, Dini, Türk Tarihi, Türk Örf ve Adetleri ile Hukuku, Oyunları, Musikisi, Güzel Sanatı, Kıyafetleri ve Yemekleri olarak toparlanabilir.
Bizi, yalnız Türkiye sınırları içinde değil sınırlarımız dışındaki Türklerle de üzüntüde ve sevinçte ortak yapan, birbirimizin üzüntüsünü severek paylaştıran, sevincini birlikte yaşatan bu değerler toplamıdır. İnsanlarımızı, din, dil, ırk, menşe, felsefi inanç ve mezhepleri farklı olsa bile, Türk Vatanı Bölünmez, Türk Milleti Bölünmez, Türk Milleti, Bağımsızlığı Elinden Alınıp Esir Edilemez, noktalarında birle§tiren bu kültür sermayemiz varsa, Millet olarak varız denilebilir. İşte bu değer hükümlerimizle; devlet, vatan, vatandaş, dindaş, insan, aile, toplum ve insanlık anlayışımız bize göre şekillenmiştir.
Her millet kendine göre şekillenmeli ve diğer milletlerle uyumu sağlayacak seviyeye gelmelidir. Bir diğerini yok saymamalı, haklarını çiğnememelidir. İnsanlar dünya üzerinde hiçbir devirde olmadığı kadar, hızla yer değiştirmeye yeni ülkelerde yerleşmeye yer tutmaya başlamıştır. Artık insanlar gibi kültürlerde birbiri içinde yaşamak zorundadır. Ancak sözde ileri medeniyeti temsil ettiklerini zannedenler diğer milletlerin de¬vamlı olarak kendilerine "uyumundan" bahsetmektedirler ki bu uyumun asıl anlamı asimileolmak milletini ve dinini değiştirmektir. Bu uyum değil, yok olmak, kültürünü terkedip başka bir millet olmaktır.
Bu durum farklı kültürlerin birbirini incitmeden yaşamaları değildir. Geleceğin daha da iç içe girmiş olacak insanlığında bu durum önemli ve çözümlenmesi gereken bir konu olacaktır. Burada çözüm bütün kültürlerden, insanlığın "ortak ve üstün" değerlerinin toparlanarak, insanlığa mal edilmesi olabilir.
ABD'nde bile buna benzer değerlerin korunabilmesi söz konusudur. "Hristiyan" Musevi ve Yunan-Roman temelindeki batı kültürü" ile Türk İslâm Kültürü barış içinde bir arada yaşayacaklarsa, her iki kültürün birbirini tanımaları ve ortak taraflarını, cesaretle kabullenmeleri, üstün taraflarını Birleşmiş Milletler aracılığı ile tescil ve insanlığa ilân etmelidirler.
Asrımızda en önemli iş, kültür değerlerinin başka milletlere açılan pencerelerini bulmaktır Geçmişte Türklerin Hristiyanlarla bir arada ve adil bir şekilde yaşamasının usulü Türk ve İslam'ca idi. Bu usul ile hem milli, hem dini birlik korundu, devlette devam etti. Bu suretle bir arada yaşayışın, İslâm, Musevi ve Hristiyan vatandaşlarımız için kaideleri çok açık olarak belli idi. Durum tam bir hukuk devleti numunesi olarak tarihe geçmiştir. O düzende, Türk Türklüğünü, Yahudi Yahudiliğini, Müslüman Müslümanlığını, Hristiyan Hristiyanlığnı koruyabilmiştir Çünkü orada Türk ve İslâm Hukuku'nun hakimiyeti vardı. Onlar devletten, milletlerin kültürüne saygılı olmayı anlıyorlardı. Türk devlet anlayış bu anlamda insanlık için tekerrür etmelidir. Bunun başka örneği varsa o da ortaya çıkarılmalıdır. Elbette ki bu anlayış XXI. Asırda daha değişik bir toparlanma olarak insanlığa sunulabilir.
Millet olmak için gerekli olan iş, inanç hareket ve eserdir.
1- Dil-Lisan yapmak: Tevrat, İncil ve Kur'anı Kerimde dillerin Hz. Adem ve Hz. Havva'ya öğretilmiş olduğunu görmekteyiz. Ama insanlar çoğaldıkça değişik diller ortaya çıkmıştır. İnsanlar ve insan toplulukları dikkati çeken herşeye karşı, diğer hareketleri yanında anlamsız seslerle de karşılık vermişlerdir. Bu "ses" giderek ve diğer insanlarca da aynı hisleri ifade edecek şekilde tekrarlanınca "söz" -kelime- haline gelmiştir. Artık onun, herkesçe kabul edilen ortak manası vardır. Yani o toplum, sese verdiği manada ittifak etmişse -ses- anlamlı söz olmuştur denilir
Dünyanın çeşitli yerlerindeki, insanlar, yer şekilleri, tabiat olayları, geçim vasıtaları, uğraşılan işler, iklim şartları çok farklı ve diğer toplumlarla uzak ve yakın olabilir. Bu durum, her şeyin "adının" başka olmasına ve farklı dillerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Lisan uzlaşma ve uyumun en tesirli aracıdır. Bu sebeple her şeyden daha iyi öğretilmeli ve öğrenilmelidir. Ana dilden önemli dil olamaz ve en iyi bilinmesi gereken de odur.
Çünkü Ana dilini bilmeyen veya unutan insan, çevresine hislerini ifade edemeyen, kokusuz, renksiz kurumuş bir çiçek gibi olur. Konuşmasından tad alınmaz. Şaka yapamaz, yüksek seviyede hislerini ve fikirlerini söyleyip yazamaz. Çevresi ile kaynaşamaz. Sohbetinden tad çıkmaz. İnsan bunları ancak anadili ile yapabilir. Yabancı dille edebiyat, sanat olamaz. Bazı şeyleri tekrar eden -robot- insan gibi olur. Her kültür unsuru, bir alt kültür üretme faaliyetinin sonunda ortaya çıkar.
Bir resmi dilin var olması için, değişik şivelerin olması gerekli ve hatta zaruridir. Bir ses bu farklı yerlerdeki insanlar tarafından, farklı söyleyişlerle, ağızlarda yoğrulmadan en son şeklini alamaz. Anlamsız Ses'in herkesçe beğenilip benimsenmesi ancak bu çok değişik yerlerde ve değişik insanların ağzında (aile-köy-kasaba-ilçe-il bölgelerde ve hatta ayrı kıtalarda) yoğrularak, adeta tezgâhlardan yontulup düzeltilip, her fert ona bir emek verip ortak olmasıyla gerçekleşir. Milletin her ferdi, adeta farkına varmadan sosyal kanuniliğin akışı içinde bir demiri âlet haline getirmek için, kimi onu eritir, kimi kömürünü, kimi körüğünü çeker, kimi örste çekiçler, kimi kalıba koyarsa "sesler"in kelime veya söz haline gelmesi de bu işlemlerden geçer. Kelimenin veya sözün benimsenmesinde bu emek-his ortaklığı mutlaka olmalıdır. Konuşulan, ağızlarda, dillerde var olan her ses ve kelime, böyle bir emekle, işlemle, değişme gelişme ve yenilenmeye tabii olur. Konuşulan kelimeler olgunlaşır, eskir, ölür ve yerine yenileri doğar. Bir millet kendi dilini bunun içindir ki mutlaka öğrenip kullanmalıdır. Çünkü kullanılmayan dilin yerini yabancı dil ve kelimeler doldurur.
Bu değişme sosyal gerçeği içinde devam ederse dil her an aslını-soyunu korur. Çünkü kâinatta herşey (hava-su-toprak vs.) her an değişmekte ise de bu değişmeler, hiçbir zaman asıl özelliklerini kaybetmeye sebep olmamaktadır. Buradaki fiziki ve kimyevi değişmelerde, "aslını koruma kanunu" ezeli, ebedi ve ilâhi kanun olarak hükmünü geçirmektedir Hava- su-toprak ve güneşteki fiziki ve kimyevi değişmeler hiçbir zaman onların, güneş-toprak-hava-su, olmaktan çıkmasına yol açacak derecede olmamaktadır.
Bu ilahi tabiat kanunu sosyal vak'alarda da devam ettirilirse, çamur gibi yoğrulan, taş gibi yontulan, çekiçlenip eğelenen, her ağızda biraz değişik şekli ve kalıba giren sesler, millet varlığının örsünde dövülerek, resmi dilin yapısını hazırlamaktadırlar.
Bir kelime asırlar içinde, kullanılır, çoğalır, değişik ve aynı soydan yenileri doğar. Doğan yavrular soylarının özelliklerini de taşıdıkları için kelimeler soyları ile tanınır ve korunur. Adeta her kelimenin bir soy kütüğü olur. Bu suretle değişme yasası içinde aslını koruma yasası da yürürlüğünü devam ettirir. Değişme tabiattaki gibi aslını koruyarak gerçekleşir.
Dilde geniş anlamıyla kültürde milli hakimiyet onu milletin yapmasına, geliştirmesine, yaşamasına saygılı olmaktır. Milletlerin buluş yap¬ma gücünü bilmek ve tanımaktır. Bu hikmet, (ilmilik) kavranıp korunmadan millete saygı sözde kalmaya mahkumdur. Zaten milletlerin eserlerine bakıp sanatkârlığına bu suretle hayran kalanlar ona saygılı olabilirler.
Kendi mahalli dil yapılarında üretilen sözlerle gelişmeyi ve değişmeyi dil kurallarına uygun şekilde nazara almadan, yani kendi milletinin zaman içinde ve değişik bir coğrafyada yaptığı -sesleri, sözleri- kullanmadan, hastalanan ve ölen kelimeyi bulmadan, onun yerine geçeni çevreden tespit etmeden ortaya çıkarılacak, başkalarınca bilinmeyen, tanınmayan, emek verilmemiş -ses'lerden- bir milli dil meydana gelmez. Çünkü resmi dil çeşitli sürelerde, emek verilip konuşulan ve nihayet genel benimseme şansını elde eden kelimelerden meydana gelir ve gelmelidir.
Resmi dil, bir milletin sosyal haritasından değişerek, merkeze doğru son şeklini alan -bütün şivelerden değişik şekilde geçerek herkesçe beğenilen son şeklinin devlet tarafından da benimsenmesiyle ortaya çıkar. Millet varlığından gelen "soyu belli" kelimelerin şivelerdeki değişikliği de milletçe yabancılık olarak hissedilmez. Milletin her ferdi o kelimeyi; bir parçası, hecesi, sesi, vurgusu ile kendi malı sayar ve ondan herkesin anladığım anlar. Bugün Türkçe'nin dünya' daki şiveleriyle, Resmi dil merkezi Türkiye'dir. Bu merkezilik kültürümüzün Asya ve Avrupa'daki vatanını da bilmemizi ve oradaki sahiplerine saygılı ve yardımcı olmamızı, o kültür-kaynak-pınarlarının Türkiye'ye akmasını sağlamamıza bağlıdır. Tabii ki bütünlüğünün korunması da ancak bu suretle olabilir.
Meselâ bir "GÜZEL" kelimesinin, Türklerin ağzındaki değişik telaffuzlarına göz atalım. Değişik yerlerde "çeşitli tesirlerle" gözel, ğözel, guzel, cuzel, cüzel şeklinde konuşulup biçimlenen bu söz nihayet herkesçe en iyi kabul edilen "GÜZEL" olarak fiilen ve resmen benimsenmektedir.
Bir milli ve siyasi yapıda, temel milli kültür kaynağını kullanmak, devlet millet bütünlüğünü sağlar. Kültür, milletin öz eseridir. Millette, devletin birinci (insan) unsurudur. Devlet, kendi unsuru olan, milletin kültür ürünlerini, kabul edip resmileştirmekle, o milletin devleti olmanın asgari şartını yerine getirir. Sosyal anlamda da, siyasi anlamda da millet hakimiyeti budur. Bunlara saygı ile ölçülür.
Devletin insan unsurunun, millet olarak binlerce yıl içinde ürettiği kültür unsurlarını kullanmamak, milletin ürettiğini red etmek, saf dışı etmek, ancak işgalcilerin esir olan milletlere reva gördüğü bir muameledir. Başkalarına boyun eğmedir. Kendi eserinin değerini bilmektir.
Dille veya genelde kültürle uğraşan ilim adamlarının görevi de, bu çeşitli değişiklikleri arayıp bulmak, dilin genel musikisine en uygun ve medeni kitlelerce kabule elverişli olanını ortaya çıkarmak veya bu sosyal gelişmeyi hızlandırmak olmalıdır. Bu kural, bütün kültür varlığı içinde geçerlidir. bu sebeple başta edebiyatçılar, sonra siyasetçiler, hem dilci hem sosyolog, hem psikolog, hem de tarihçi olmalıdırlar.
Aydınlar, özellikle Türk dili ve yazıları gibi 3-4 kıtada konuşulan ve yaşanan bir dili ve diğer kültür varlıklarımızı keşfederek, milletimizin nelere kadir olduğunu görürlerse, milletimizin yaptıklarına hayranlık duyarlar. Bunun tabii sonucu ortakla "evet söz milletindir" diyebilirler. Milli kültürümüzü araştıran ve bize düşman bazı yabancılar bile araştırmalarının sonunda, tabii bir heyecanla "evet Türkler büyük millettir" diye söylenen dillerine engel olamamışlardır. Aksi takdirde millete karşı saygı sözde kalır. Egemenlik, millete reva görülmeyen bir kavram olarak kalır. Sözde millet adına bir azınlık tarafından kullanılır. Böylece, kültür üzerine gidildikçe siyasi yapının, kendi kültürünü koruduğu, geliştirdiği, yaşattığı kadar meşrudur sonucuna varılır!
Prof. Bernard Levis "Bir milletin lisanı onun aklı seliminin ve zevki seliminin mahsulüdür. Kapalı odalarda oturularak dil yapılamaz" demiştir. Selim; ayıp ve kusuru olmayan, sağlam, doğru ve dürüst demektir.
Demek ki dil, ancak, dürüst, doğru, sağlam ve ayıplı olmayan bir akıl ve ayıpsız, kusursuz bir zevkin sahibi olanların eseri olabilir.
Kendi milletinin; Türkistan-Batı Avrupa, Yemen-Sibirya dörtgenindeki dil hazinesine başvurmadan "kapalı kapılar ardında" sarhoş ve garip sesli müzik gürültüleri içinde söz üretmekle ortaya çıkan şeye milli ve resmi dil denmez.
Bazıları bu kadar geniş bir dünya içinde, Türkler, ortak dili nasıl yaparlar diye sorabilirler. Buna, "bugünkü Türkçe'mizi yapıp, bize bıraktıkları gibi" cevabı yeterlidir. Her aklına düşenin rastgele yaptığı birçok madeni parçayı birleştirip bir makina yapmak mümkün değilse, birçoklarının ürettiği sesleri -söz sanıp ortak dil yapılamaz. Buna hurdalık denir. Dilin yüzü cüzzamlının yüzü gibi olur. Çirkinleşir. Birçok madeni parçayı birleştirip bir makina yapmak mümkün değilse birçoklarının ürettiği sesleri söz sanıp ortak dil yapılamaz.
Dil yapmak, millet olmakla denktir. Dil üretmek milletlerin işidir. Milletin kendi dilini yapma kabiliyeti, hatta doğuştan olan (istidâdı) gücü ve fonksiyonu tanınmaz, ona saygılı olunmaz, onun bu görevine müdahale edilirse, milletin üretimi durmamalı, dilini koruyucu her türlü çareye başvurmalıdır. Herhalde, "kendi aydınlarından" mahrum kalan, onların desteği yerine, darbesine maruz kalan dilin gelişmesi de en iyi tespitle yavaşlar ve dilde bozulma da olur. Bir devleti yapan diğer unsurlarda olduğu gibi Türkçe'de kanunlarla açık ve net olarak korunmalıdır. Hukuk ve ceza mahkemeleri bu konularda çalışır duruma getirilmelidir. Önce hukuk, dilin kurallarına ve sözlerine uymalıdır.
Kâinatta yaradılışının gereğini ifa etmeyen, üretimini yapamayan canlı, cansız, hiçbir şeye devamlı saygılı olunamaz. Ona katlanılamaz. Öy¬leyse, milletimiz sosyal ve tabii bir gerçek ise -üretimini hızlandırmak gerekir. Yapılacak iş ise kültür elementlerinin "bilgi toplumu"nu ortaya çıkaracak şekilde, işleme tabi tutulması olmalıdır.
2 - YAZILAR
Bir milletin bir dil yanında bir veya birkaç yazı ortaya çıkarması onun çok yüksek seviyeli yapıcılığının üreticiliğinin ifadesidir. Hemen her milletin bir dili varsa da yazıları yoktur. Yazı, bir dilin seslerle ifadesinin yanında şekillerde ifade edilerek uzak veya yakın mesafedeki insanlar ses yerine şekillerle-yazı- konuşmadır. Kültürün yayılmasında, dünyayı dolaşmasında en büyük yeri olan medeniyet ürünü ve aracıdır. Türk mil¬letinin bu konuda da dünya milletlerinin en üst sıralarında yer aldığını herkes bilmektedir. Kendine mahsus yazısı olduğu gibi, başka milletlerin ve medeniyetlerin yazılarından da istifade etmesini bilmiştir Bu gün orta Asyadaki Orhun (ORKUN) abidelerindeki yazı ve ifade gücü ile güzel Türkçe'miz bütün yabancıları bile hayran bırakmaktadır. Ne kadar acıdır ki bu yazıları bulanlar ve okuyanlar batılı bilim adamları olmuştur. Türkler de bunları onlardan öğrenmektedirler.
Kültigin Abidesindeki ibretli nasihat sözleri bu gün için bile bize birçok yanlışımızı hatırlatacak durumdadır. Milletlerin hangi hataları yaptıkları zaman, yani kültürlerine sahip çıkmadıkları, başkalarını taklit ettikleri, toplumun idaresi için gerekli kaideleri yabancı. milletlerden aldıkları için yıkıldıklarını, yabancı yasalardan sıyrılınca, yeniden millet ve devlet olduklarını ibret alırız diye, taşlara yazmışlardır.
Milletlerin mutlaka, bir ortak dilleri vardır. Fakat her milletin özel yazısı yoktur. Dil gibi harika bir eseri vücuda getiren -ortaya çıkaran bu yüksek düşünce ve anlaşma seviyesine çıkan insanlar düşüncelerinin, gelecek nesillere yalnız, atadan toruna sözle intikali ile yetinmez ve onları bazı çizgi ve işaretlerle seri cisimlere işaretleyerek -yazarak- binlerce yıl sonrakilere bırakmanın gerekli olduğuna inanırlar. Bu üstün inanç ve kültürün meydana getirdiği enerji insanları yazı bulmaya itmiştir. Yazı ile milletlerarası ve kıtalar arası haberleşme çok daha iyi ve tesirli olmuştur. Bunu yapmayı düşünen milletler ise yazı icad etmişlerdir.
Kimbilir kaç yüzyıl, kaç bin kişi çalışarak mânaları üzerinde ittifak edilmiş ortak seslerini, herkesin anlayacağı ortak bir yazıya dökebilmişlerdir. Bunlar atomun icad edilmesinden de önemli olaylardır.
İnsanlar dil ve yazıyı icad ettikten sonra, fikirlerini ve dinlerini daha çok insana okutmanın, öğretmenin yolunu bulmuşlardır. Bu basamakları hızlı aşan milletler, dilleri ve yazıları sayesinde başka milletleri dost edinmiş "düşmanlığından sakınmayı öğrenmiş" veya onları tesirleri altına alıp, milliyet ve dinlerini ve inançlarını değiştirmek için kullanmıştır ve kullanmaktadırlar.
Türkler dil ve yazı icad edilen talihli dönemlerini, matbaa ve okuma alışkanlığı kazanmak, kendi yazılarını korumak, dilini ve yazısını başka milletlere öğretmek konularında ise çok kötü şekilde devam ettirmişlerdir. Bütün bunlara rağmen, son asırda dil ve yazıları ile milletleşme de ve onun devamında, bütün milletler ile yarışmaya başlamış bulunmaktadırlar.
3 - BİR DİNE İNANMAK
Her millet, bir dine inanmaktadır. Bunlar arasında bugüne gelen belli başlıları semavi dinlerdir. Semavi dinlerle ilgi kurmamış olanlarda, bir kısım insan eseri -beşeri- kaidelere din olarak inanmaktadırlar.
Fertlerde böyledir. Ateist olduğunu savunanlar müstesna, bütün insanlar, madde üstü bir yaratıcıya inanmaktadırlar. Bu inanç ve kuralları sayesinde dünya, ahiret (Cennet Cehennem) adalet, hak, yaradılış, tanrı, kader gibi zamanın evvel ve sonu, hakkında insan üstü ilâhi yorumlara bel bağlayarak, diğer insanlarla olan inanç ve ilişkilerinde ve değer yargılarında ortaklıklar kurmuşlardır. Bu suretle ortak inançlar sayesinde iyi ilişkiler kurmak veya zıt inanç ve davranışların zararlarından korunmak için tedbir almak mümkün olmuştur. Yahutta bu zıtlıklar harp sebebi olarak bile kullanılmıştır Her haliyle dinler birçok insanı bir arada tutan ana unsurlardan birisidir. Hatta dinler aileyi, akraba, kabile ve milleti de aşarak milletleri bir araya getirip, milletlerarası bir insanlık düzeni ümidini yani, insanlık ülküsünü gündeme getirmişlerdir. Dinler birbiri arkasından yürürlük kazanmışlardır. İlmi düşünce ve akıl ile bütünleşerek, "insanlık ailesinin" barış içinde yaşamasına doğru yol olmaları için her üç dinin yeniden ve mukayeseli olarak incelenmesi ve hatta bir arada yayınlanmaları düşünülmelidir.
Gerek bir milletin meydana gelmesi, gerekse değişik milletlerin uyum ve devamında en üstün kuralları olan din, geleceğin ve herkesin dini olacaktır. Bugün dünyanın dört bir yanında Yahudi milleti varsa Tevrat (dini) sayesindedir. Türkler de çeşitli dinlere girenler Türklüğünü de yitirmiştir. Bunun istisnası, Gökoğuz Türkleridir. Diğer Türk'lerin hepsi Müslümandır. Demek ki Türklerin millet olarak devamında da İslâm dininin büyük tesiri olmuştur.
Bu iki örnek genişletilebilir. Bir Arap milleti varsa, bunda İslâmiyet'in, bir Avrupa Topluluğu varsa, bunun temelinde Hristiyan kültürünün büyük payı olduğu kesindir. Bir milletler karışımı olan, ABD'de millet yapısında Hristiyanlık ve Musevilik inkâr edilebilir mi?
Bu daha geniş olarak ele alınabilir: Ama, dünyanın ittifak ettiği konu, bütün insanların ve toplumların hayatında, davranışlarında az çok dinin yeri ve önemi vardır. İslâm dini ise sırf metafiziğin değil, bütün maddî ve hukukî konuları da içine alan bir din olarak ortada durmakta, akıl ile onu incelemek isteyenlere seslenmektedir. Varlık aleminde olan bir şeyin yok farz edilmesi, ilme ve akla aykırıdır. Varlığı kabul edilerek hayat için yeri ve değerinin bulunması akla uygun olandır. Dinin bu sebeple, bütün veçheleriyle varlık aleminde, insanı milletlerin var olmasında önemli ölçüde yeri vardır ve var olmaya devam edecektir.
4 - TARİH YAPMAK
Milletler, devlet olmadan önce ve sonra, diğer millet ve devletlerle çeşitli münasebetler içinde olurlar. Hatta, milletin kendi içinde de "tarihi değeri" olan olaylar yaşanır.
Bütün bu acı ve tatlı hatıralar, millet hafızasında, dost ve düşmanların tanınmasına sebep olur. Milletlerin, tarihte sergiledikleri davranışlarından, benzer olaylar da takınacakları tavır belli olur. Adeta tarih milletlerin seviyesini, karakterini, bütün insanlığa tanıtır.
Bir insan da böyledir. Geçmişindeki yani tarihindeki davranışlarından, bilinen inançlarından, onun nerede nasıl davranacağına dair bilgi elde edilir.
Güvenilir insan ve güvenilir milletler bu şekilde her milletin tarihinden çıkarılan sonuçlardır. Bir insan veya toplumun, tarihini nazara almadan, dost düşman ayırmadan, işlerini yürütmesi onun dostları tarafından terkedilmesine, düşmanları karşısında tek kalarak yenilemesine sebep olur.
Şüphesiz tarihin, unutulmadan millet hafızasında saklanması, bilinmesi kadar, "yerinde kullanılması" gerekir. Önemli olan, dost ve düşman çizgisini tarihi çizgisi içinde tutarak, yine de bütün insanlıkla, di¬ni, iktisadi, sosyal, siyasi, kültürel ilişkileri sürdürebilmektedir
Doğru, ilme, akla, belgelere dayalı bir tarih-mirası- milletler ve millet olmak için büyük şanstır. Tarihine saygısız toplumlar, nerede nasıl hareket edeceği, şüpheli, güvenilmez toplumlardır. Tarihsiz toplumlar ve devletler bu boşluğu doldurmak için, uydurma destan ve hikayeleri tarih diye, insanlarına okutur veya dünyanın liderliğini yapmış milletlerin örnek şahsiyetlerine ait olayları, öğreterek şahsiyet kazandırmaya çalışırlar. Tarih öyle bir kültür varlığıdır ki olmayan millet ve devletler kendileri için ortak acı ve mutlulukları tespitte çok sıkıntı çeker ve bu boşluğun büyük acısını sinelerinde hissederler.
5 - ÖRF VE ADETLER (Gelenek Görenekler)
Örf ve adetler de bir milletin, sosyal hayatını düzenlemek, eskiyen hukuk kaideleri yerine, yerleştirilmek üzere ürettiği kaideler bütünüdür. Çünkü örf adetler bir yönü ile hukuk'un kaynağı olan adeta, kaide fidanlıklarıdırlar.
Örf ve adetler mutlaka, toplumsal, iktisadi ve kültürel bir ihtiyaca cevap verirler. bu ihtiyaçlara cevap verdikçe yaşar, yani yürürlükte kalırlar İhtiyaçlara cevap vermezse kendiliğinden yürürlükten kalkarlar.
En geniş sahada tesirli olan örf ve adetler ya resmen yürürlüğe konularak, hukuka kaynak olma fonksiyonu yaparlar. Yahutta yürürlüğe konulmadan yargı mercilerince benimsenerek resmileşirler.
Bizim konumuz açısından çok önemli olan, örf ve adetlerin, millet üretimi olmasıdır. İkincisi, bütün hukuk sistemlerinde vazgeçilmez hukuk kaynağı olarak benimsenmiş olmasıdır. Bunun önemli tarafı ise milletimizin ortaya koyduğu örf ve adetler, insanlar arasında çıkan ihtilafların çözümü için belli ihtiyaçlara cevap vermek üzere, Türklerin yaşadığı geniş haritada, bir ailede, akrabada, köyde, kasabada, ilçelerde, illerde, Türk varlığının zihni ve ortak faaliyetlerinin eseri olarak doğmuş olmalarıdır. Bu her millet için böyledir. Milli yapının bu ürünleri tespit edilerek, hukuki ve siyasi yapının -çatısının- çatılmasında kullanılırsa -dil gibi- resmileşirler hukukun asil kaynağı, önce her milletin kendi örf ve adetleridir. Yürürlükteki hukuk kaidelerinden, eskiyen, ölen ve ihtiyaca cevap vermeyenlerin bıraktığı boşluğu dolduracak kaide o millet ha¬yatında filizlenmiş örf ve adet kaideleri arasında aranıp bulunur. Bu fideler boşluklara bir ağaç fidanı gibi dikilir. Hatta bu kaidelere göre binlerce kamu görevlisi görevlerini yapma serbestisi ve cesaretini kazanır. Hukuk boşluklarının ilk sermayesi de bunlar olmalıdır.
Böylece her adım atmak için bir kanun veya tüzük değişikliği aran¬maz ve devlet işleri hız kazanır. Hukuka yardımcı ve boşlukları dolduracak örf ve adetleri kendi içinden tespit edemeyen hukuk alimleri, mer'i hukuku asıl kaynağından mahrum bırakırlar. Devlet çarkı, hareketi çok zayıf sıkı dişliler gibi yavaş döner. Devlet işleri yavaşlar, hizmetler zamanında yürütülemez.
Türkiye benzeri ülkelerde, örf ve adetlerin çoklukla İslâm dinine da¬yalı olması, onlardan uzak durmaya sebep olmuştur. Bundan daha önemlisi örf ve adetler durgun bir hayatın sorumlusu kabul edilerek, Türk örf ve adetlerinin, hukuk olma şansı inkâr edilmiş, onlara karşı harb ilan edilmiştir.
Halbuki, ilme uygun aklen yerinde olan bir kaide, herhangi bir din kitabında beyan edilmiş olduğu için reddedilmez. Onun yasama meclislerince benimsenmesi halinde, onu hukuk kuralı olarak değerlendirmek gerekir Gerçekçi ve akılcı görüş budur. Fakat batı hukuku uygulayan İslâm ülkeleri ve Türkiye bu konuda acaba bir örf ve adet, ilmi rasyonel ve çok yerinde olsa da onun şayet dini bir kaide olduğu ileri sürülürse, ben "hukukumuzu kısmen de olsa din kurallarına uydurmak" gibi bir isnad ile karşılaşır mıyım endişesi ile örf ve adetlerinin, kendi hukuk yapısında yürürlüğe girmesini tartışmaya bile cesaret edememiştir. Batı hukuku ise başlı başına Hristiyan (kanonık) hukuktur. Bize göre ise İslâm hukuku olmadığı için lâik hukuktur.
Bu durum bize ait örf ve adet kaidelerinin uygulanarak, iyi sonuçlarıyla bütün dünyada tanınmalarını ve milletlerarası ilmi çevrelerde tartışılmalarını ve benimsenmelerini de önlemiştir. Halbuki bir milletin en iyi tanınma yollarından biri de budur. Batı ülkelerinin bizde tanınması bilinmesi ve benimsenmesi böyle olmamış mıdır? Önce bizi örf ve adetlerine alıştırıp, kazanmadılar mı?
Bu korku yürürlüğe giren, modern batı hukukumuzun, yorumunda da milli kaynakların kullanılmasını yeni bir yoruma varılmasını da ön¬lenmiştir. Sosyal, siyasi ve hukuki yapı kendi öz kaynağından mahrum kalmış ve eskiyen maddeler, yabancı örfe dayalı, yine yabancı kaidelerle doldurma yoluna gidilince, milletin ürettiği hukuk kaynakları âdeta kurumaya terkedilmiştir. Halbuki, batı hukuk metinlerinin yorumunda ve boşluklarının doldurulmasında Türk milli kaynakları -örf ve adetleri kullanılsaydı, ortaya çıkacak Türk milli hukuku batı hukukçuları içinde başvurulacak bir kaynak hukuk olabilecekti.
Çünkü hukuk, milli yapının ürettiği kaidelerle benimsenirse, zengin bir kaynağa kavuşur. Zaman içinde, bu yolla gayri milli hukuk millileşir. Siyasi ve sosyal yapı birbiriyle uyum kazanır, birbirini meşrulaştırır. Millet bütünlüğü sağlanmış olur.
Bu durum dil üretiminde olduğu gibidir. Millet hukuk üretme gücüne sahiptir. Bu siyasi üretimden farklı, bir sosyal üretimdir. Siyasilerle zıtlaşan milletler ürettiği kaideleri yaşayarak, onlara sosyal yürürlükte sağlayabilirler. Siyasi realitenin ise bu yürürlüğü tespit etmesi gerekir. Devlet ve millet yapısında uyum'un akılcı yolu budur.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Türkiye'de örf ve adetlere karşı açılmış bir savaş bulunmaktadır. İlim açısından izahı zor olan bu mücadelenin temelinde "örf ve adetlerin durgun -statik- bir yapıyı getireceği ve dine dayalı olması" gibi gerekçeler gösterilmektedir.
Türk Medeni Kanunu 1. maddesinde, "örf ve adetlerin hukuk kaynağı olarak" gösterilmesine rağmen bugüne kadar, mahkemelerimizin kullandığı örf ve adet'in birkaç tane olabileceğini söylemek bile zordur. Bütün bu izahat hukuk yaparken yalnız milli olan kaynaklar kullanılır demek değildir. Kesinlikle böyle birşey olamaz. Ancak, öncelik hakkı kendi kaynaklarına tanınabilir ve tanınmalıdır.
Kendi faydalı örf ve adetlerini ilmi şekilde araştırıp kullanmayan yabancı hukuk kullanmaya devam edince ne olur?
O zaman, tıpkı ormandan kesilen, yıkılan ve yanan ağaçların yerine kendi yerli ve soylu fidanlıktan en iyi cins fidanları alıp dikmek ve boşluğu doldurmak, hem fidanlığı hem ormanı geliştirip yaşatmak yerine, her zaman yabancı fideliklerden bazen de yabani fidanları almaya devam olunur. Yerli ve aşılı fidelik çalılık olur ve kurur Yahutta millet gayri resmi olarak "örf ve adetlerine göre" karar veren merciler ihdas eder ve onlara göre hayatını devam ettirir. Bu konu bugün biraz gündemde olan konular arasındadır. Adalet kararlarından şikayetlerin artmasında bunun payı büyüktür.
Osmanlı devlet düzeninde, çeşitli milletlerin bu tür örf ve adetlerini yaşamalarına izin verilmiştir. Cumhuriyet döneminde, tek millet olma ideali ile bu örf ve adetlere duyulan ihtiyaç yerine "mer'i hukuka" ihtiyaç duyularak, devlet organlarından batıcı çözümler aranması ve devlet teşkilatının otoritesi sağlanarak "mahalli örfe göre teşekkül etmiş" otoritelerin giderek unutulmasının sağlanması için devletin ve hukukun tek kuvvet olarak benimsenmesi düşüncesi de faydalı ve zararlı taraflarıyla örf ve adetlere karşı ilim çevresinde dahi dünyada olmayan bir mücadelenin sebebi olmuştur. Halbuki, bunun erine en iyi örf ve adetlerin ilmi araştırmalarla tespit ve resmen uygulanması, devlet-millet uyumuna daha büyük yardımcı olurdu. Çünkü, bu defa yalnız gayrı resmi otoritelerin elinde kalan örf ve adetlerle haksızlıklar yapılması çok mümkün hale gelmektedir.
Bu mücadelenin otorite için faydası yanında hukukumuzun "milli kaynaktan" mahrum kalmasına yol açan zararını ayrıca hesaplamak yerinde bir araştırma konusudur. Ancak, örf ve adetlere Türk Kamuoyunun, ilim çevrelerinin bakış açısı hatalıdır. Otoritenin tesisi için galiba başka çareler bulunmalıdır.
Batıda ve insanlık aleminde bize benzeyen, bizimle ortak değerleri paylaşan insanlar olmasını istiyorsak -onlara bütünüyle uymak yerine kendi güzel inanç örf ve adetlerimizi, önce kendi hayatımıza, hukukumuza sokmak, sonra herkese yaşayarak göstermemiz gerekir İlim adamlarımız da üniversitelerin yayınlarında yazılar yazıp tanıtmalı, konferanslar vermeli, yabancı dillerde kitap, kitapçık hatta, mektuplar yazarak bizde de birşeyler olduğunu göstermelidirler.
Aşağıdaki düşünceler, bir bilim adamımıza aittir. Fakat akıl için yol birdir. (Cahit Tanyol, Güneş: 26.6.1989).
"Bütün dinlerin evrensel kuralları ortaya çıkınca, âdetlerle donatılmış olan ilkel dinler ve onların seremonileri bir kenara itilmiştir. Başka bir deyimle, din bağımsızlık kazanmış ve âdetlerden ayrılmıştır.
Adetler dinlerin özelliğine bağlı olarak biçim ve amaç değiştirirler. Örneğin "Batı toplumlarında" hukuk açısından, âdetlere verilen değerle İslâm toplumlarında verilen değer arasında büyük ayrıcalıklar vardır. Örf ve adet bizde hukukun ana kaynaklarından biridir. Oysa Batı hukukunda yardımcı bir değer olarak düşünülür Kanun kapsamına giremeyen alanlarda işlerlik kazanır.
İslâm bilginleri âdetleri hukuka kaynak alınca, bu kavramların içindeki karmaşıklığı çözmeye çalışmışlardır. İyi âdetler olduğu gibi kötü âdetler de vardır. Kötü âdetler ne hukuka ve ne de ahlâka kaynak olabilirler. Örfle âdet arasında bir ayırım yaparken, ölçü ne olacaktır?
Burada iki sorunun yanıtlanması gerekli görülmüştür:
1- Hukukun amacı nedir?
2- Adetler içinden nasıl bir ayırım yapacağız?
Hukukun amacı, adalettir. Öyleyse, hangi toplum türü olursa olsun, o toplumda haksızlığı önlemek için alınacak bütün önlemler adalet kavramının içeriğine girer. Tarımda kölelik, ticarette mürabaha (karaborsa), endüstri toplumlarında sömürü, gerek hukuk ve gerekse ahlak bakımından adalet kavramıyla çatışmaktadır.
İslâm bilginleri, adalet kavramını yalnız hukuk alanı için sınırlamışlardır. Çünkü adalet kişisel bir davranış değil, devletin varlık nedeni ve amacıdır. Sınıfsal ayırımın olduğu yerde adalet olmaz. Bu açıdan İslâm Hukuku bir sınıf ve zümre hukuku değildir.
Adaletin sınır ve kapsamı nedir? Bunu Durkheim'ın kolektif vicdan adını verdiği icma'ı ümmet belirler ve kanun koyucu bunu araştırır.
Kuşkusuz adaletin içeriği çağdan çağa toplumdan topluma değişir. Elbette tarım toplumlarında geçerli olan adalet kavramı ile, iş bölümünün teknikle rekabet ettiği endüstri toplumlarında adalet kavramının içeriği değişik olacaktır.
İslâm hukukunun oluştuğu dönemlerde tarım ve özellikle ticaret ön planda rol oynadığı için, toplumun saygıdeğer ölçüsü örf olmuştur. Örf, maruf herkesçe bilinen anlamındadır. Fakat bu bilinme aynı zamanda toplumun ortak saygınlığını içerir. Adalet kavramını inciten yaygınlık, örf kapsamına giremez.
İslâm hukukçuları, örfü tanımlarken onun niteliklerine dikkat etmişlerdir. Bir âdetin örf olabilmesi için kadim olması yani geçmiş ku¬şaklardan kesintisiz olarak gelmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Imam'ı Azam Ebu Hanife ve onun izinden giden müctehitler, bu kanıdadırlar. Fakat Imam Ebu Yusuf ve onun izinden gidenler için önemli olan âdetin yaygın olmasıdır.
Batı`da örf ve adetler hakkındaki incelemeleri çok sonra başlaması¬na karşılık, İslâm düşüncesinde özel bir öneme sahip olmasının nedeni, âdetlerin İslâm hukukunda hem kaynak ve hem de lâik bir nitelik taşımasındandır.
Örf ve âdetler Batı toplumbilimcilerini ahlâkla ilişkisi bakımından ilgilendirmiştir. Ancak Batı'da 19. yüzyılda, milli bir hukuk eğilimi başlayınca örf ve adetler birden önem kazanmıştır. Batı'da örf ve adetler faşist bir hukuk anlayışına neden olduğu halde, İslâm hukukunda icma ve ona kaynak olan örf ve adet, Arap nasyonalizmine karşı bir baraj oluşturmuştur..: '
Demek ki bir millet hangi hukuk sistemini benimsemiş olursa olsun, kendi örf ve adetlerinin ve kendi aklının hukuk kaynağı olması ve ya¬şanması, toplumun adalet ihtiyacına cevap vereceği gibi, yabancı ve benimsenmiş hukukun millileşmesini de sağlamanın tek ve akılcı yoludur.
Bir toplumun ortak faaliyet ve vicdanı ile ortaya koyduğu, koyması gereken gelenek görenekleri ve onların üstünde hukuku olmazsa, ortak emek ve vicdanı mesaileri azalır. Millet olma yavaşlar, devamı ise zorlaşır.
6 - MİMARLIK KÜLTÜRÜ - Yapı Kültürü
İnsan ilk önce, iklim ve tabiat şartlarından, hayvanlar ve diğer insanların tecavüzlerinden ve bakışlarından korunmak, barınmak yürümek ve kendini rahat hisetmek için kapalı bir yer mekân bulmak veya yapmak istemiştir.
Bu yerler giderek, mağaradan evlere ve bugünkü gökdelenlere kadar varmıştır. Bu mimari özellikler, her millet için ayrı isteklere ve ihtiyaçlara cevap vermiştir. Yalnız yaşayanlar için değil ölüler için bile şahane binalar inşa edilmiştir.
Mimari eserler, evler, saraylar, köşkler, köprüler, su kemerleri, hanlar, kışlalar, kaleler, hamamlar, bedestenler (çok dükkânlı, kapalı çarşılar) çeşmeler, sebiller, kuyular, kanallar, oteller, gökdelenler, yollar, limanlar ve en son ikâmet yeri mezarlar ve mezarlıklar vs.dir.
Bunlar her milletin yaşadığı değişik yerlerdeki malzemelerle yapılmıştır. Bunların ortak tarafı şartlara göre, ortak ihtiyaçlara cevap vermesidir Müslümanlarda, evde temizlik, hamam ve su çok önemli olduğu için, her evde ve hatta, misafirlerin yıkanmaısı için, misafir odalarına ayrıca küçük hamam eklenmiştir.
Bu mimari eserlerin, aynı ihtiyaca cevap verenleri bile her millete göre az çok farklıdır. Hatta evler, aynı ülkenin değişik yerlerinde değişik şekildedir. Ama her evde büyüklere, küçüklere ve evlilere, bekârlara, kadın ve erkek misafirlere hizmet verecek bölmeler düşünülmüştür.
Bu mimarî özellikleri ortaya çıkarmak milletleşmenin önemli basa¬maklarıdır. Bunları korumak, yenileştirip en yeni projelerde aramak bu mimari özelliklerin devamını ve başka ülkelerde kullanılmasını ve milletin tanınmasını sağlar. Her ülke ve Türkiye; belde özelliklerine göre farklı bir Köy İmar Planı'nı gündeme getirip, mimarlık kültürünün  yaşanmasını sağlayabilir. Devlette bu mimari özelliklerini inşaat projelerinde aranan şartlara ilave ederse, kültürünü korumuş olur. Bunları şüphesiz hakkı ile yetişmiş devlet adamları mutlaka düşünürler.
Millet olmak için böyle şeyler yapabilmek şarttır Her milletin eserlerini yüceltmesi ve geliştirmesi birinci görevi olmalıdır.
7 - SANAT KÜLTURÜ - Yazı ve resimlerle Konuşmak
Dil ve yazı, gür ve nesir olarak, kağıda dökülür. Edebiyatı da her millet kendine göre ortaya çıkarmak zorundadır. Dil maharetlerle kullanılırsa şiirin ve düzyazı-nesirin-diğer kollarında gelişir. Edebiyatın önemli yanı bir toplumun iyi yönlerini ortaya çıkarması, iyiliğin tanın¬masına ve bilinmesine yardımcı olmasıdır. Edebiyatçılar bu sebeple, tarihçi, sosyolog-psikolog ve dilci olmalıdır, denilmiştir. Bütün toplumların ve kişilerin başlangıç toplumu olan aile hayatını ve onun üzerinde kurulan bütün toplumların hayatını, yaradılışına tabiatına-uygun olarak ortaya koyması buna bağlıdır. Aile insan üretilen toplum ve mekândır İnsan, iyi ve kötü ayrımını evinde öğrenir.
Bu şekilde bir tanıtma ile, "iyiliği ve doğruluğu" öğrenecek insanla¬ra, bu çizgi dışında davranışların değişik ölçüde sapıcı ve yanlış davranışlar olduğu öğretilmiş olur. Önemli olan da insanları, mutlu edecek bilgiler edinmeleridir.
Milletler önce "halk edebiyatı" olarak eserlerini ortaya koyar. Edebiyat, müziğe eşlik eder, halk kültürü olarak "millî kültürün" tabanını hazırlar. Ev eşyalarında, iş aletlerinde, örmelerinde, ağaç, toprak ve madeni bütün el işlerinde, müzik aletlerinde giyim eşyalarında yemeklerinde vs. kendini gösterir. Halk seviyesinde, bu faaliyetler sürüp gider. Bu halk kültürü (folklor seviyenin bir üst kademesinde gelişerek millet ve hatta dünya ölçüsünde, ilmi metotlarla eserlerini kültür sermayesi olarak ortaya çıkarır.
Dil en iyi şekilde kullanılarak edebiyatın değişik sanat kolları ortaya çıkar. El işlerinin yerine onları herkesin yapabileceği şekilde "nasıl yapıldığını ortaya" koyan kitapları yazılır. Çalıp söyleyen yerine, müzik konuları, notaya bağlanır Mimari özellikler proje ile gerçekleştirilir. Halk oyunları, bütün hareketleri ve kıyafetleri ile tespit edilir.
Böylece toplum sanat beceresini ilmi metotla herkesin anlayacağı şe¬kilde ve üstün "Sanat" olarak gerçekleştirir. Bu faaliyetler, toplumun büyüdüğünü, geliştiğini milletleştiğini gösterir: Pek tabii ki halk kültürü de milli kültürün ana kaynağı olarak, devam edip gider.
Milletler bu tür eser ve özelliklerini devamlı olarak yaşamak suretiyle tanıtılabilir. Tanıttıkça, onları başka milletler de benimseyerek ortak inanç ve uygulamalar başlar. Bu ise, milleti kendi içinde ve dışındaki insanlarla bütünleştirir. Bir yabancı sizin yemeğinizi yapar, elbisenizi giyer, oyununuzu oynar, çalgınızı çalar, dilinizi konuşur, örf ve adetinize uyar, hukukunu sizinkinden alırsa, kültürümüz meyva vermeye başlamıştır, yaşama şansı vardır denilebilir.
Edebiyat bütün bunları söz ve yazı ile en iyi şekilde tanıtacak en iyi kültür dalıdır. Sinema, Radyo ve televizyonda ona bağlı olarak hizmet verir. Roman, şiir vs. bunu takip eder.
Çok uzun izah edilebilecek bu konu, "millet olmak için" taşıdığı önem açısından bu kadarla yetinmek yerinde olacaktır.
7 - MÜZİK-OYUNLARI VE ÇALGILAR
Müzik, evrende var olan maddi ve manevi dünyamızın bize işittirdiği sesler arasından bize hoş gelen sedaları bir araya getirmek ve çirkin olanları onlar arasından ayıklamak sanatıdır.
Bunu ancak milletler yapabilmiştir. Tıpkı dil -lisans- gibi bir olaydır. Defteri kitabı ve kuralları önceden belli değildir. Milletlerin ataları, dillerini, ellerindeki, dil bilgisi kitabına göre ortaya çıkarmış değillerdir. Dil ve müzik yapmanın önceden bir kitabı yoktur. Milletler hem dili hem dili hem müziği, hem yapar ve yaparken kurallarını da koymuşlardır işin harika tarafı da burasıdır. Belli şekilde bilinmez, ilmi yoktur, ama başlı başına vardır ve ilmiliktir.
Bu sonsuz derecede harika bir olaydır. Çünkü, bunu aile, sülâle, kabile, yapamamıştır. Hatta daha üst seviyede ümmetlerin bir ortak dil yapma kabiliyetleri olmamıştır. Ortak müzikleri olmamıştır. Bütün "insanlık" ta, bu derece iyi eserler verecek -toplum- üretimi sayılacak eserler vermemiştir. Milletler en çok eser veren insan toplumlarıdır.
Bu sebeple, müzik ve dil münhasıran millet olmak seviyesi ile orantılı olarak ortaya çıkan sanat şaheserleridir. Hayatımızda ise ne bu eserlerini ne de millet varlığını yok farzetmek mümkün değildir.
Yeryüzünde, canlı cansız su, hava ve hayvan sesleri ile sanayi makinalarının çıkardığı çeşitli seslerin arasından çıkarılarak, mekanik cihazlarda toplanan önemli müzik çalışmaları vardır.
Fakat, yerden bir adım yukarıda, bir insanı manevi dünyasına hazza ulaştıran tarafı yoktur. Bulunan, kirlenen iç yapınızda bir durulanma, arınma ve çökelmeyi yapamaz. Sesleri çoktur. Çünkü tabiatta da ses çoktur. Türk klasik ve tasavvuf musikisi "hoş sedaları" bilinen ve bilin¬meyen madde ve mana aleminden toplamıştır. Türk musikisi dinlemesini bilenlerini ağırlıklarını -safrasını- atar, hafifleştirir geçici de olsa huzura kavuşturur.
Bir Mehter musikisinde, asırlar önce askeri, siyasi, maddi ve manevi amaçlar sergilenmiş, bunlar kıyafetle ve hareketle kuvvetlendirilmiştir. İki saz bir arada çalınmadığı dünyada Türkler Mehter (bandosu) ile de önde bir musiki kültürü sergilemişlerdir.
Müzik kulağa hoş gelen seslerden teşekkül eder. Herkesin kulağına hoş gelen sesi, onun müziğidir. Kimsenin müziğini hor görmek hakkını kimse kendinde bulamaz.
Dil, örf ve adetler konusunda söylenenlerin müzik içinde söylenmesi mümkündür. Her millet müziğini ve oyunlarını zaman içinde kendi yapar, komşu seslerden, sazlardan ve özelliklerden de, hoşuna gittiği ölçüde istifade edebilir.
Müzik kültürü halkın çeşitli kesimlerinde değişik şekilde görülür. Halk müziğini dinleyenler gibi sanat Müziğini Tasavvuf Musikisini dinleyenler.
Bir millete ait, müzikte de, her millet için haz kaynağı olan diğer milletlere ait sesler, benzer olanlar varsa o insanlığın ortak malıdır. Ancak, müzik önce millidir herkesin hoş sedaları kendine göredir. Millet ¬sosyolojisi- iyi yapılmayan ülkelerde kanunlarla -bu derece ciddi (dil-müzik-oyun) sosyal eserlere- müdahale edilmesi onların kendi içindeki gelişmelerinin altüst edilmesi, milletler için çok ciddi ve ilimsizlikten doğan, siyasi olaylardır.
Halk bu tür olayları şaşkınlık içinde seyreder ve kültür eserlerini kendi seviyesinde yaşatmaya çalışır.
Evrenden toplanan hoş sedaların, istenildiği zaman tekrar aynı kaynaktan dinlenmesi mümkün değildir. Onların istenildiği zaman tekrar edilmesi önemlidir. Aslanın sesini sevebilirsiniz, ancak istediğiniz zaman aslanı kükretemezsiniz. Milletler, bunun kolayını, müzik aletlerini icad ederek bulmuşlardır. Bunları hangi insan veya toplum münferiden yapabilmiştir.
Halk oyunlarına gelince;
Oyunlar, evrendeki bütün hareketlerden, bir milletin zevki selimine uygun en güzel olanların bir araya getirilmesi ve çirkin-müstehcen- olanlarının ayıklanıp atılarak, meydana getirilir. Hangi kitaba göre, hangi sanatkâr eli belli değildir. Bunları millet yapar.
Türk milleti gibi asıl inanç ve davranış kuralları olan milletlerin bütün halk oyunlarındaki terbiye, edep, nezaket, herkes için dikkat çekicidir. Şimdi insanlık başka bir yöne girmişse de Claude Farrere'in Türkler için dediği gibi "Türkler şimdi Avrupaî olmak için red ve inkâr ettiklerine yarın çok geç ve acı olmadan sahip çıkacaktır" sözler bir dost uyarısıdır. Aslını yani kültür unsur ve değerlerini inkâr veya ihmâl eden her millet için önemlidir. Her millet kendi din ve inançlarına uygun oyunlar ortaya çıkarmıştır.
Milletler bu oyunları icad etmekle de kalmamıştır. Oyunlarını müzik ve çalgılarla bütünleştirip birlikte icra edilmelerini sağlamıştır. İnsanların "birlik içinde olmalarım" emreden inançlarımız bunları gösterip bize "ibret almamızı" ihtar eder gibidir. Çünkü insanlar, birlik halinde olmanın, daha binlerce faydasını elde ederler. İnsanlar aile'den itibaren her türlü sıkıntılarını aşarak birlik halinde olmak bunun sayısız nimetinden yararlanmayı bilmelidirler.
Şu kadarını teşbih olarak ortaya koymakta yarar vardır. Bütün geri zekâlılar bir araya gelip birlik içinde -uyumlu- bir ticari ortaklık kurul¬sa, üstün zekâlı ve birbiri ile uyumsuz olan ortaklardan çok daha başarılı olurlar denilebilir.
8 - GİYİNME KÜLTÜRÜ
Her insan giyinir. Giyinme üstün ve asıl bir ihtiyaçtır. Yemek içmek gibi. Yaradılış gereğidir. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Asıl ihtiyaç giyinme ihtiyacının karşılanmasıdır. Kendi iklim, inanç iş ve toplumdaki yerine ve görevlerine göre giyinir. Giyim konusundaki güzellikler ve kurallar kadın giyiminde ağırlık kazanmıştır. Her millet, değişik şeyleri giyinmiştir. Ortak tarafı, vücutlarının belli yerlerini, yerine göre örtmekten ibarettir. Şartı ne olursa olsun, insan giyinme ile daha güzel ve saygın olmayı ve gösteri merakını da tatmin etmiştir. Giyinmek aynı zamanda ve birçok konuda olduğu gibi ibadettir.
Milletimiz dünya'da moda ilhamı verecek kadar geniş bir giyim tez¬gahına sahiptir. Diğer milletlerin giyimleri de güzel olabilir. Ancak her milletin önce kendi giyim kültürünü yaşatması gerekir. Onu ortaya çıkaranlar, yaşanmasını düşünmüşlerdir.
Elbise giyinmek içindir. Olur olmaz yerde çıkarıp atılmak için değildir. Milletler de giyimlerini, kuşanmak için ortaya koymuşlardır. Çıkarıp atmak için değil!
Bizim dünkü kıyafetimiz olan (folklor) elbiselerindeki, terzilik, kültür ve sanatı, çeşitlilik, renklilik, uyum, zerafet ve desen çeşitleri ile bütün dünyaya "büyük bir millet" geliyor dedirtir. O folklor kıyafetleri bizim dünkü günlük elbiselerimizdir. Harplerin ve fakirliğin gözü kör olsun ki, o elbiseler lime lime eskidi, yırtıldı, soldu. Yıllarca üstümüzde kalan bu eski elbiseler, bugünkü cazibesini yitirdi. Moda olarak değerlenemedi. Tıpkı inançlarımızla beraber...
İşte bu sebeple batılı giyim bize daha hoş göründü. Şimdi ise Batı modacılarının ve gençlerinin, Türklerin kıyafetleriyle kuşanmaları sözkonusu olmuştur. Ancak, şimdilerde onların bakışları bizim bu zengin¬liğimize yönelmiş bulunmaktadır. Pek tabii ki tanıtmayı iyi yapan daha çok taraftar bulacaktır.
İnsanlar hangi millete ve dine mensup olduklarını, önce "isimleri" ile sonra giyim kuşam ve beslenmesi ile ortaya koyarlar. Her insan kimliğine sahip çıktığı toplumun üyesidir. İnsan aksini iddia etse bile isim, giyinme, yeme içme konularında uyum ve anlaşma sağlanan insanların milleti, onun milleti olur.
9 - BESLENME KÜLTÜRÜ
Her millet bazı şeyleri yer içer, bazılarını yemez içmez. Böyle olma¬sı gerekir. Herkesin yediğini yemek gerekmez. Faydalı veya zararlı olduğu içindir, haram-helâl olduğu içindir. Ancak, bunlar önemli olaylardır. Milletlerin kendilerine göre perhizleri vardır. Bunlar insanları bir millet bendinde (barajında) tutan kurallardır.
Bu bendi fert veya millet yıkarsa yarın hangi suyu içeceğini bile bilemez olur. Başka milletlerin kurak ovalarında kaybolup gidebilir. Türklerin, bütün müslümanların ve bütün insanlar için ortak fizyolojik olarak beslenme kuralları vardır.
Milletimiz bu konuda herkesce anlaşılır ve kurallar koymuştur. Günde en çok üç defa yenilmelidir. Sabah, Öğle, Akşam. İyice çiğnemelidir. Uzun süre yemek yememeli, sindirim sistemi meşgul edilmemelidir Yağlı ve etlilerden daha çok, sebze yemekleri yenmelidir. Biraz daha yerdim noktasından yemekten korkmalı, acıkınca yemeli, aç iken bitirmelidir, çok yemekten kaçınmalıdır. Allah adıyla yemeğe -nimete- ve her iyi şeye başlamalı, sağ elle yenmelidir. Midenin 1/3 su, 1/3 hava, 1/3 yemekle dolacak şekilde yenmelidir. Yemekten önce sonra elleri yıkamalı, "az yiyen melek, çok yiyenin helâk olacağını" bilmeli, bildirmeli, yemekten sonra kendince bir teşekkür -duası- yapmalıdır. "Yemekten sonra her zaman dişlerinizi misfakla (bir ağaç dalından yapılan tabii ve dünyanın ilk diş fırçası) fırçalayınız: ' sözünü 1400 yıl kadar önce İslâmın peygamberinin emrettiğini belki de, insanlık bilmemektedir. Öğreneceklerimiz yanında millet olarak öğreteceklerimizde olmalıdır. Çünkü milletler, zaman içinde birbirlerinin her konuda öğretmeni olabilirler. Çünkü bunları diğer canlılar hiç yapamazlar. İnsan yaradılmak ne büyük mutluluktur. İnsan dışında hiçbir canlıya hitabeden din ve toplum kuralı yoktur. Yani dinler de insan olanlara hitap ederler. Aklımız ve insanlığımız biz hitabettiğini hissettiğimiz dini kuralların miktarı ile anlaşılır.
İnsanların, bunları kendilerine kaideleştirip, miras bırakan milletlere şükran borcu vardır. Bunlar ilmen ve aklen kabulü gerekli mirastır. Reddi, ruhen, bedenen ve toplum olarak hastalanmaya yol açacak sakıncalı davranışlardır.
Bugün, yemek yemesini bilmeyen ve kurallarına uymayanların, sırf bu yüzden yakalandıkları, kalp, kanser dahil en kötü ve ölümcül hastalıkları bilmeyen yoktur. Milyonlarca insan bu yüzden, hasta ve hastane köşelerinde değil midir? Yemeğin sosyal faydaları da vardır.
En kötü ve huysuz insanla ilk ve en iyi ilgi; onun seveceği bir yemek veya tatlı ikram edilerek kurulabilir.
Ya çocukları helâl lokma ile beslemek ve beslenmek düzenin ana unsuru değil midir? Haram yani başkasına ait ve zararlı olanı, çocuğuna veremeyeceksen, onu elde etmeye gerek kalmaz. Ondan kaçınınca, rüşvet, kara borsa, irtikap, hırsızlık vs. de olmaz. Küçük bir haramdan kaçınmak bir dünya düzeninin anahtarı olabilir Hepsi de akıllı ve dini kurallara uymaktan geçer.
Bir "ağız-boğaz kanalı" yemek içinse vücuda, "meşru iş ve alınteri ile elde edilenlerin" sokulabileceğini, insanlık bilmeli. Bize milletimizden kalan bu kurallara bizde uymalıyız.
Misafirlerimize yemek ikramı ise apayrı bir olaydır. Sağlık içinde ya¬şamak ve uzun yaşamak için "az yemek, öz yemek helâl yemek" bize bildirilen buyruklardandır. Millet olmak böyle her konuda işi, eseri faaliyeti, aklı, ilmi ve eseri olmak demektir. Öyleyse herkesten farklı beslenme düzeninde olmalıdır.
10 - MEZARLIK KÜLTÜRÜ
İnsanların, bu dünyadaki son işi şüphesiz hepiniz "bana döneceksiniz" emrine uymaktır. Ölüm... Ölüm ile insan son görevini yapar ve dünyadaki bütün ilâhi beşeri ve hukuki emirlerden kurtulur.
Bu sebeple, ölüler için yapılan mezarlar, milletler için çok ve çok değişik anlamlar taşır. Teselli ve denge kaynağı olurlar. Bir genç kadını süslü ve özel arabasını parketmiş, kocasının mezarının mermerlerini el¬leriyle yıkarken gördüm... Onun neler düşündüğünü hâla merak ederim.
Her millet mezarını kendine göre yapmıştır. Müslüman milletler de¬ğişik farklarla yaptığı mezarı, insan boyunda, koltukaltı derinliğindedir.
Ceset sağ omuz üstü ve Kıbleye doğru toprak üstünde kefenle gömülür. Milletin bu mezarı ile ilgisi azalan veya yok olanlar, beton kutuda, özel odada, kiralık katlarda veya yakılarak, gömülmesini isteyebilirler. Kültürünü hiçe sayan ki§ileri ise çocukları veya torunları, mezarın fazla yer işgal etmemesi için matkapla delecekleri bir kuyuya ayakta gömeceklerdir.. Belki bu onların, tanrıları karşısına dimdik elleri kalçalarında "esas duruşta" çıkmaları bağışlanmalarına sebep olabilir!... diye düşüneceklerdir.
Ama bu kültürünü nazara almayan milletlerin hepsine uygulanırsa vay halimize...
Kültür, insanları ve milletleri olduğu gibi gösteren "Boy Aynasıdır." Onlar sayesinde kendimizi olduğumuz gibi aynen görürüz. Doğduğumuzda olduğu gibi, ölmemizde de bize ait özellikler yaşanır. Milletler farklı güler ve farklı ağlarlar. Bu farklar bizim güzelliklerimiz değil midir?
Bu dünya' dan bir "Sessiz Gemi" ile yol alıp merhum Şairimiz Yahya Kemal'in dediği gibi "Meçhule" değil çok iyi bilip bellediğimiz bir başka dünyaya giderken, dostlarımız bizi son bir defa müslümanca yıkar, temizler ve bembeyaz lekesiz bir yolculuk elbisesi ile "Gönderenin" huzuruna çıkarmak isterler.
Tabutumuz, musalla taşımız, namazımız, cenazemizi uğurlayanların tavırları, giyimleri, taşınmamız, mezara girişimiz, mezarımızın eni boyu, hocalarımız, dualarımız, mezardaki ilk karşılama ve sorulacak sorulara verilecek cevaplar ve o cevapların cemaat dağıldıktan sonra imam tarafından mevtamıza sesle son defa öğretilmesi, Rabbin, nebin, dinin ne, sorularına, Rabbim Allah, dinim İslâm, nebim Hz. Muhammed (S.A.) diye cevap vermemizin telkin edilmesi hatırlatılması, mezarımıza dikilen tahtalar, taşlar, mermerler, kubbeler ve türbeler bizi "bizleştiren" özelliklerimizdir.
O kadar bizi temsil ederler ki, bugün hudutlarımız dışında kalan mezarlarımızın taşlarını, sarıklarını, mermerlerini, türbelerini, yıkanlar ve yok edenler, bir Türk askerini, bir akıncıyı veya serdengeçtiyi öldürmenin, yere yıkmanın zevkini duyarlar. Türk ve birazda müslüman olanlar, bir mezar taşımızın yâd ellerde yıkılmasından, bir levent Türk askerinin şehit olmasında duyacakları üzüntüyü duyarlar. Tabii duyabilenler... Bu ince özellikleri yitirenler, garip adetlerle, cenazeyi alkışla uğurlarlar.
Bizim Türkistan'dan Atlas Okyanusu'na, Yemen'den Sibirya'lara kadar, ceddimizin ruhlarına saygı için hatıralarının ve mezarlarının bakımını bir sanat eseri olarak korumak zorundayız. İnsanlığın ortak malı olmuş bu tarih hazinelerinin korunması için Birleşmiş Milletlerden yardımcı olması sağlanmalıdır.
Bugün Bizans eserleri, 1932 yılında Bulgaristan'da "Bizans Eserlerini Koruma Kongresinde" alınan kararlara göre Türkiye'de milyarlar harcanarak ortaya çıkarılmaktadır. Türk'üm diyebilenler, Türk tarih eserlerinin de Bizans Eserleri gibi, Balkanlarda ve Doğu Türklerinin bulunduğu Rusya'da ortaya çıkarılması ve yaşatılmasını mütekabiliyet şartı olarak ileri sürmeliydiler. Dün hükümetçe katıldığımız ve kararlarını uygguladığımız "Bizans Asarını İhya Kongresi"ne bu karşılıklılık maddesini koydurabilseydik, bugün Bulgaristan'daki ve Balkanlardaki Türk sanat eserlerini ve bu arada ata mezarlarını koruyabilirdik.
Bunu yapmadığımız için, bu hataların bedelini bugünkü Balkan Türklüğüne ve bize çok pahalıya mal etmişlerdir. Bu kongredeki temsilcimiz, Balkanlardaki eserlerimizi ve insanlarımızı onların, insafına değil bilinen ve yaşanan zülmüne teslim etmiş değil midirler? Bir mütekabiliyet şartı bu günkü acılarımızı ve Balkan Türk'lüğünün acı talihini yenebilirdi. Elbette ki bir zihniyet meselesidir.
Burada, millet gerçeği üzerinde önemle durulmasının sebebi belli bir millet için değildir. Milletler gerçeğine (sosyolojisine-ilmine) ışık tutmak bu gerçeğin her türlü maddi ve manevi yapısının benimsenip devlet çapında korunması içindir.
Bu haliyle millet olamayanlar, hakkı ile devlette olamazlar. Merhum Ziya Gökalp'ın ifade ettiği gibi "iyi bir milletin, dindaş milletlerle de uyumunu daha yüksek seviyede geliştireceğini, bu ise var olan kültürü kuvvetlendirerek doğrulanacaktır." Millet bir kan ortaklığı değildir. Ama kan ortaklığı da diğer unsurlarla beraber olursa önemsiz değildir. Aynı değerleri benimseyen paylaşan insanlar aynı millettir Bu sebeple "Hristiyanlar bir millettir" denilmiştir ama "Müslümanlar da bir millettir demekten" bin yıl bizim dilimiz aşınmıştır. Dünya ve gerilik bize, ne soy¬dan ne de dinden kardeş edinmeyi yasaklamış, Hristiyanları kardeş edinmeyi serbest bırakmış fakat kabul edende olmamıştır.
Millet konusuna açıklık getirmek, ciddi, milletle uyumlu bir devlet olmamıza yardımcı olsun diyedir. Millet çomakları hazırlayıp, diğer milletlerin gözünü çıkarmak için değildir. Varea çomakları kırmak içindir. Bu eserlerin ve inançların, daha ikna edici olarak açıklaması yapılabilir. Bunların iktisadi, siyasi, toplumsal, askeri faydaları inceden inceye ortaya konulabilir ve sırf "Kültür unsurları" konulu bir eserde de ele alınmalıdır.
Burada, şunu son olarak tespitte zaruret vardır. Millet denilen in¬san topluluğu sırf birliğinin mahsulu olarak, yukarıda sayılan ve onlardan türeyen yüzlerce eseri yapabilmiş bir dine, inanışa uyma ve uygulama kararı verebilmişse bu çok önemli bir olaydır Bunun sonucu olarak böyle yüce eserleri, inançları kararları verebilen bir topluma saygı duyulur. Gelecekte de, bu topluluğun her konuda doğru karar verebileceği kabul edilerek var olan, yapma ve hükümet etme yetkisi tanınır. İşte sosyal demokrasi bu sosyal değerlerle bütünleşen yönetimdir. Millet adını kullanarak! hükmetmek değildir. Milli hakimiyet kültür unsurları ile siyaset-devlet olmaktır. Batı'da her ülkenin kültür unsur ve değerleri kendi ülkesinde hâkimdir. Yani yaşanır, yaşatılır, baştacı edilir. Bunu bilmeli ve şerefli ve bir o kadar da yorucu ilmi ve akılcı bir çalışmaya hazır olmalıdır. Batıda milletlerin devlet olması böyle bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu dünyanın her yerinde böyle olmuş ve böyle olacaktır.
Bütün bu unsurları gerçekleştiren milletler ise devlet olmak için hazırlıklarını tamamlamış sayılırlar. Burada, kültür unsurlarının millet olmak için, önemli olduğu kadar yine bunun kadar önemli olan millet ve devlet hayatını son derece yakından ilgilendiren bir konu gündeme gelmektedir. Bu durum, demokrasi denemesi yapmak isteyen Kültürlerin ve özellikle, doğu Türk ve İslâm kültürlerinin çıkmaz sokağıdır. Bu sokağa giren kültür, asırlarca bocalamaktadır.
11 - İLİM ARAŞTIRMA KÜLTÜRÜ
Bütün kültür değerlerinin vermil olması başka, milletler için çekici olması başka şeylerdir. Kültürün, kendi toplumunda yaşanması ve yaratılması için fen bilimlerinde gelişme ve buluş yapabilen (mucit) nesillerin ortaya çıkabilmesini teşvik etmeli, hızlandırmalıdır. Çünkü, kültür, milletlerin hayatıdır. Kültür, maddî varlığın iyi olması ile daha yüksek seviyede yaşanabilir.
Her kültür, ilimde ve onun ürünlerinde (teknoloji) ileri olmayı da ilham edebilmelidir. Yani ilmi teşvik etmeli ve gerçekleştirmelidir. Ancak bu sayede, yeraltı, yerüstü ve uzay insanların hizmetine girer. Varlıklı mutlu bir hayat yaşanabilir. Kültür eserleri varlığın zenginliğin yardımı ile yapılabilir. İnsanlar en iyi şekilde yer, içer, giyer, en iyi evlerde barınma imkânı bulur. Dünya ancak ilimle ve çalışmakla güzel olur.
Kültürler, ilmi teşvik ederek bu çıkmaz sokağı aştığı gün, ülkelerinde ve dünyada söz sahibi olurlar. Bu şartı yerine getirip milletleşen bir toplumun kuracağı devlette o derece dünya siyasetinde söz sahibi olabilir. Türk kültürü unsurlarından, İslâm dininin ilme en yüksek değeri verdiği daha önce ortaya konulmuştur.
Tarihte (X. ve XI. asırda) Endülüs-İslâm'ın üstün kültürünü, Fran¬sız Kralı Frederik ile Sicilya Kralı Roger aynen saraylarında yaşattılar. Ama o zaman, Kurtuba'da, on yedi üniversite, 700 kütüphane, 800 cami ve kütüphanelerde 400.000 yazma ilmi eser vardı. Bütün fen bilimlerinde Hristiyanlar, Kurtuba'ya öğrenci gönderiyorlardı. Endülüs ve Islâm üstündü, varlık sahibi ve ilim demekti. Haçlılar Islâmla sıcak temasta idiler. Endülüs Halifesi Yunan eserleri dahil bütün Asyadaki kitapları araştırıp, Endülüse taşıyordu. Kağıdı Asya'dan alıp ilk kullananlar onunla kitap yazanlar VIII asırdan beri Müslüman devletleri idi. Onlardan batıya geçmişti. O zaman dünyanın Öğretmeni Müslüman Araplardı.
XVI. Asırdan sonra, ilmi araştırmayı terkeden, Endülüs yıkıldı. On¬ların temelinde batı Rönesansı gerçekleşti. Bugünkü ilmini ve teknolojisini ortaya koydu. Batı kültür ve medeniyeti üstün ve çekici oldu. Şimdi de Müslümanlar onların kültürünü-yaşayışını taklit etmektedir. Onların her şeyi güzel görünüyor. Çünkü öğretmenlik şimdi onlarda onların kültürü hakimdir. İşte bu sonu anlamak lâzım. Bunu sağlayan, ilmin, teknolojinin ve buna dayanan dünya ticaretinin ellerinde olmasıdır. Varlıklı olmaktır, zengin olmaktır.
İlimsiz Kültür, yarı canlı bir vücut gibidir. Hayat fonksiyonları zayıflamıştır. Yarı canlı kültürle, yarı canlı devlet olur. Orada ne kültü¬rün, ne de devletin bağımsızlığı istenildiği gibi gerçekleşmez. Demokrasi de olsa başka sistemde olsa, kendi kültürünü dünya piyasasına çıkarmak, ona alıcı bulmak, kültür ile ilim araştırmayı, hayat ile ilmi birleştirmeye bağlıdır.
Bu ilim yarışı başladığı zaman liderler birbiri ile değil, kurdukları üniversiteler ve diğer eğitim öğretim kurumları ile onlardan yetişenler birbiriyle yarışırlar, üretilen mal ve makinalar, dünya ile yarışır. Pazarlar, o malları satmak için yarışır. Malları yapanları aratır. Onlar bu suretle de kültürlerini ortaya koyar ve pazarlarlar.
12 - KÜLTÜR VE SİYASET
Kültür iç siyasetin kendisidir. Hayatın kendisidir. Her an içinde olduğumuz durumdur. Bize yürü, yürü diyen sestir. Yanlış yoldasın diyendir İç siyasettir.
Milletlerarası siyasette ise, varlıklı ülkelerin, insan dahil her şeyi satın aldıkları bedeldir. Zenginler, bütün kültür unsurlarını yabancı ülkeler çeşitli bedellerle satarlar. Dillerini, dinlerini, adetlerini,hukuk kurallarını, tarihlerini, müzik, oyun ve çalgılarını, mimarlıklarını, edebiyatlarını, yemeklerini, giyimlerini ve daha akla gelecek her şeylerini kültürlerini-satarlar. Geri kalmışlar, da bunları çeşitli sebeplerle ve bağımsızlıklarını da bedel olarak verip alırlar. Aldıkça, kendi benliklerini kaybederler.
Bir millet, kültür alıcısı olmaktan çıkıp, kültür vericisi olmanın yolunu bulunca, ilim de, zenginlikte, toplum yapısını kuvvetlendirmenin yolunu bulmuş olur. Devlet giderek bağımsızlaşır. Bir Devletin en önemli işi, ürettiği malları ile birlikte kültür satıcısı olmaktır. Verici kültürler, alıcı kültürleri, fakirleştirir, çekiciliğini siler ve yok eder. Devlet adamları, kültürlerinden neyi satabileceklerinin tespitini yaptırmalı ve hazırlıklı olmalıdır.
Galatasaray Üniversitesi Fransızca eğitimi yapmak şartı ile Fransa'nın desteği ile açıldı. Aynı anlaşmaya Türkiye'de Fransa'da, Türkçe eğitim yapacak bir ilkokul açabilir maddesi konulsaydı. Türkçe resmen Fransa'ya girmiş olurdu. Ama Heyhat... Büyümek budur. Toprak işgal etmek değildir... İnsanların beynini kazanmaktır.
2013-2024 © Türk Dili - Doç. Dr. Ahmet KAYASANDIK
Facebook'ta paylaş
İçeriğe dön