C. Meriç'in Dil Hassasiyeti - ...:: TÜRK DİLİ ::... Dil Bilgisi, Kompozisyon Konuları ve Sunuları, Kaynaklar

İçeriğe git

C. Meriç'in Dil Hassasiyeti

DİL BİLGİSİ

DİL-DÜŞÜNCE İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA MERİÇ'İN DİL HASSASİYETİ
A-DİL-DÜŞÜNCE İLİŞKİSİ
Dil, ifadenin araç ve sembolüdür. Fikirler dil vasıtasıyla nakledilip aktarılır. Düşüncelerin, duyguların muhataba aktarılması söz/kelime denilen bir takım özel kalıplar içerisinde gerçekleşir.
Antik çağda insan "zoon logon ekhon" yani konuşan insan olarak tanımlanmıştır. Logon logosla ilgili olup, iki anlamı ihtiva eder; söz ve düşünce. Logos kavramında düşünme ile konuşma, düşünce ile söz ve sözcük birbirinden koparılamaz şekilde kaynaşmış durumdadır. Antik çağın dil anlayışında dille düşünce bu şekilde aynîleşmiştir.
Hamann'a göre akıl kendi içine kapalı soyut bir şey değildir. Akıl, anlama süreçlerinin bütününden oluşan bir şeydir, ama anlama dediğimiz şey de ancak dille gerçekleştirilir. Onun için diyor Hamann, dil olmasaydı akıl da olmazdı.
Meselenin felsefe tartışmalarındaki görünümüne paralel olarak, psikoloji araştırmalarına yansıyışı da ana hatlarıyla iki çizgide toplanmıştır.
Birinci öbekte bulunanlar, konuşmayla düşünme arasında bir özdeşlik ilişkisi görmektedirler. Düşünme, kişinin kendi kendisiyle yaptığı derûnî, sessiz bir konuşma olarak ele alınmaktadır.
İkinci öbekte toplananlar ise, düşünmenin dilden bağımsız bir şekilde oluştuğunu ancak dil aracılığı ile dışa vurulduğunu, başkalarına iletildiğini savunmaktadırlar. Dil, düşünceyi taşıyan bir taşıt, içinde düşünceyi bulunduran bir kaptır. Düşünmenin gerçek temeli, soyutlama, temsil, zihin işlemleri yapabilme ve semboller kurabilme gibi yeteneklerdir.
Dil ister düşünceyle özdeş kabul edilsin; isterse ondan bağımsız sadece bir dışa vurum aracı olarak kabul edilsin, aralarında çok güçlü bir etkileşimin olduğu su götürmez bir gerçektir. Kaldı ki dil felsefesinin kurucularından sayılan Wilhelm von Humboldt'a(ö.1835) göre; dil düşüncenin yalın bir aracı olmanın ötesinde düşünceyi yaratan bir şeydir. Öyle ki dilin yapısıyla bütün öteki entellektüel etkinliklerin başarısı arasında açık bir bağlantı vardır: "Ancak yüksek bir olgunluğa erişen dillerde gerçek bir düşünce etkinliği meydana gelebilir."
Konu tam da dil ve düşünce etkinliğine gelmişken sözü, hayatının anlamını, Türkçe'nin haysiyetini koruma kavgası olarak ortaya koyan: "Muzlim hayatımın biricik şerefi, biricik zevki, biricik manası Türkçe'nin müdafasıdır." (Jurnal-2,200.) diyen, Cemil Meriç'e verelim. Çünkü, Meriç için bu mesele öylesine önemlidir ki; fikren kendisini yakın hissettiği kesim (bkz.Babam Cemil Meriç,120.) sırf bu hassasiyetinden -hassasiyet ya da Türkçe sevdası- ve fazla dürüstlüğünden dolayı yıllarca kendisini görmezden gelmiş, yok farz etmiştir: "Solun bütün nüanslarıyla kaynaşmama mani olan büyük bir engel var: Kullandığım dil. Ondan vazgeçebilir miyim? Ondan vazgeçmem bütünden vazgeçmem değil mi?" (Jurnal-2,200.)
B-MERİÇ'İN KONUYLA İLGİLİ HASSASİYETİ
Kuşkusuz hayatını Türk irfanına adamış bir düşünce adamı olarak, Meriç'in konuyla ilgili hassasiyeti, kişisel dil zevkiyle sınırlı bir endişe, bir hassasiyet olmanın çok ötesinde toplumsal bir boyut arz etmektedir. Diğer bir ifadeyle, ortada bir düşünce adamının milletine, geçmişine ve gelecek nesillere karşı vicdanında duyduğu, ihmali azap veren bir sorumluluk duygusu vardır. Buna hassasiyetin toplumsal yönü diyebiliriz. Öte yandan bir edîp için olayın kişisel yönü olmaması zaten düşünülemez! Ne var ki Meriç'te olayın toplumsal boyutu, kişisel boyutun çok önündedir. O yüzden yaşadığı fildişi kule artık bir yangın kulesidir.
1-Hassasiyetin Toplumsal Boyutu:
Asıl konuya geçmeden önce, Meriç'in Tanzimat'tan itibaren Türk Dili'nin felsefi imkanlarının gelişimine dair yapmış olduğu kısa, ama aynı zamanda önemli tespitlerine yer vermek istiyoruz: "Tanzimatta mefhumlar karanlık, kelimeler kaypak, teknik yetersizdir. İfade, lafız sanatlarının yükü altında ezilmiştir. Düşünce kaditleşmiş mazmunların, hâyide kalıpların mahpesinde çırpınıp durur. Kelimelerde ne katiyyet vardır, ne vuzuh. Tanzimat üslubu bir arayıştır: Kâh cesur, kâh çekingen, kâh başarılı, kâh talihsiz bir arayış. Düşünce bir türlü kendisi olamaz. Kâfiyenin tahtına seci kurulmuştur. Terkiplerin çelik korsesi içinde bocalar düşünce." (Mağaradakiler,235.) Dil, düşünceyi düşünce olarak keskin çizgileri ve hendesî düzeniyle belirtecek seviyeye henüz ulaşmamıştır. Şiirin kalıpları, geniş bir tefekkürün kanat açmasına henüz elverişli değildir. "Biz Tanzimattan sonra düşünmeye ve kelimelere mana vermeye başladık. Osmanlı Yüz sene çalıştı ve bir düşünce zemini kuruldu. Tam gelişeceği esnada harfler değişti. Bir sene öncesine dahi yabancılaştık. Böyle bir felaket hiçbir milletin başına gelmemiştir. (...) Her kelime gündüz dikilir, akşam sökülür bir fidan gibi tutmaz olmuş..." (Açıkgöz,Cemil Meriç,20.) Kısaca Meriç'e göre, dilin düşünceye açılması noktasında Tanzimat sıhhatli bir gelişmedir. Ama sonradan pala ile ameliyat yapılmaya kalkılmıştır.(bkz.age.,86.)
Halbuki dilde istikrar demek, düşüncede istikrar demektir. Dilin, dolayısıyla şuurun tâbi tutulduğu bu beyin ameliyatı düşüncenin yeni fetihlere kanatlanmasını önlemiştir.(Mağaradakiler,238.) Zira, dehası cinnetin sınırlarını zorlayan, yirminci yüzyılın en büyük filozoflarından Wittgenstein (Ö.1951)'nın da dediği gibi: "Dilimizin sınırları dünyamızın sınırları demektir." Ve dünyamız her geçen gün biraz daha küçülmektedir... Bu noktada "ne yapılabilir?" sorusunu soran üstad, sorumluluğunun bilincinde bir aydın olarak cevabını da verir: "Kelimeleri muhafaza etmek lazım. Benim çalışmalarımın esasını kelimelerin yerini tayin ve tarif teşkil ediyor. Mefhumların içi ne durumda? Bunları tespit etmek için çalışıyorum."(Açıkgöz,76.) Meriç'e göre dil imandır, ahlaktır, felsefedir, dünya görüşümüzdür. Haysiyetimiz, namusumuz, kelimenin mutlak olarak muhafazasına bağlıdır.(Açıkgöz,76.)
Meriç bu öncülünü temellendirmek için İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi, dünya dillerinin geçirmiş oldukları tecrübelerden örnekler vermeyide ihmal etmez. "İngiltere, Norman istilasından önceki eciş bücüş, yabani ve daha sonraki İngilizceyle en küçük ilgisi bulunmayan Anglo-Saksoncayı İngilizce diye benimsiyor. Fransa, Strasbourg And'ından (842) bu yana Galya'da konuşulan, yazılan ne varsa Fransızca sayıyor. Milletler, mazilerini zenginleştirmek için efsanelerden medet umuyorlar. Almanya irfanının kaynaklarını Ganj kıyılarında arıyor. Biz Yakub'u, Peyyami'yi yabancı sayıyoruz." (Jurnal-2,170-171.)
"Kâmus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heycanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kâmusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yakan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiştir: Kâmusa. Eski sözlüğe kızıl bir külah geçirdiğini söyleyen Hugo, tek kelime uydurmamış; sembolizm'in üç silahşörü de öyle. Ama kullandıkları her kelime yeni. Heyhat! Batı'da cinnet bile terbiyeli. Bu ülkede ise dil, Penelop'un örgüsü, yirmi dört saatte bir sökülüp örülüyor."(Bu Ülke,86-87.)
Uydurukça denilen hareketin kurumsal bir şekilde yagınlaştırılması karşısında ortaya çıkan ucûbeyi argoyla aynı kefeye koyar: "Argo, kanundan kaçanların dili. Uydurma dil tarihten kaçanların...Argo, korkunun ördüğü duvar; uydurma dil şuursuzluğun. Biri günahları gizleyen peçe, öteki irfanı boğan kement. Argo yaralı bir vicdanın sesi; uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin. Argo, her ülkenin; uydurma dil, ülkesizlerin." (Bu Ülke,84.)
Gerçekten de dilin tümü bir hayata bakış açısı içerir. Dil hayatı belli bir biçimde yaşamanın kalıplaştırılmış bir anlatımıdır. Tabir caizse dil, düşünme ve duyma biçiminin bir kavrayış şeklidir. Dil; şuurumuzun gerçeklik kazanmasının, bütün bilinç olgularının biçime kavuşarak, dışımızdaki başka bir özneye aktarılmasının tek güvencesidir. Dilin olmadığı yerde şuurdan söz etmek de imkansızdır. Kelimeler bir takım göstergelerdir. Zihin bu göstergelerle düşünür, düşünürken nesnelerin yerine bu göstergeleri, yani kelimeleri koyar. Nesnenin yerine bu kelimeyi koyma da zihnin işlemesini kolaylaştırır ve çabuklaştırır. Kelimeler ne kadar kullanışlı ve açık olursa zihin de o kadar iyi işleyebilir. Aynı zamanda bu durum kavram kargaşasının da önüne geçer. Böylece fertler arasında sağlıklı bir iletişim kurulur. Sağlıklı iletişim ise toplumsal barışın göstergesidir. "Ve Yahova "Bunların hepsi tek kavim" dedi. Konuştukları dil aynı, giriştikleri işi yarıda bırakacağa benzemiyorlar. Gelin de toprağa inelim, dillerini ayıralım şunların; birbirlerini anlayamaz olsunlar." Ve ademoğulları kentlerini kuramadılar. Oraya Bâbil dendi. Bâbil, yani karışıklık." (Tevrat; bkz.Bu Ülke,75.) Mefhumların kâh gülünç kâh korkunç maskelerle raksa çıktığı bir karnaval balosu, fikir hayatımız. Kavga, insanla kader arasında değil artık insanla kelime arasında. (bkz.age.,77.)
Bir milletin dilinin, kelimelerinin açık, anlaşılır oluşu o milleti düşünce üretmeye götürür. Düşünce, bağlantıları kavramaktır. Düşüncenin başarısı asıl olanı seçmede ve kendisi için, düşündüğü şey için gerekli olmayanı bırakmadadır. Bu da bir tecrittir. Tecridin şuurda kendini temsil ettirmesi gereklidir, bunu da kelimeler yapar. Kelimeler çok yönlü bağlantı içindedirler. Dil, düşünce içinde ve düşünceyle birlikte hareket eden bir simgeler sistemidir.
Öztürkçecilik ya da sadeleştirme adına yapılan Türkçe'ye mâl olmuş, Arapça ve Farsça kökenli kelimeleri fişleme ve tasfiye etme hareketinin çığrından çıkması ve nihayet durumun cümle yapısını da tehdit eder hale gelmesi, irfan adamını çileden çıkarmıştır: "Kısa cümle aydınlık cümle...ne demek? Ne kadar kısa, kimin için aydınlık? Fikri balta ile belinin ortasından kesmek...(Jurnal-1,65.) "Genç hafızalara yerleştirilen "tilcik"ler (Uydurukçada kelime demektir.) üredikçe üremiş, nesillerin zevk selameti bozulmuş, onları tarihlerinden ve mukaddeslerinden koparmıştır. Bu ülkenin aydınları yıllarca tek hürriyet tanımışlar: Dillerini tahrip hürriyeti." (Mağaradakiler,270.) "Dil devrimi politikanın emrindedir artık. Ona dil uzatmak devlete karşı koymaktır. (age.,266.) "Tek parti, çelik bir korse giydirmiştir şuura." (age.,229.)
Bu ideolojik uygulamanın arka planında milletin düşünce şekliyle, yaşam tarzıyla, zevkleriyle geleceğini yeniden şekillendirmek isteyen bir irade bulunmaktadır. Tercih edilen metod ise gayet anlamlıdır. Zira dil, düşünce kültür ve medeniyet arasında o denli hassas ve güçlü bir ilişki vardır ki insanların kullandıkları dile hakim olmak, onların düşüncelerine hakim olmak demektir. Bir milletin dilini ele geçirenler, o milletin geleceğine de yön vereceklerdir. Ayrıca bir ülkenin dil ve iletişim anlayışına göre o ülkenin vatandaşlarının ekserisinin düşünce süreçleri ve dünya görüşleri şekillenir. Zira okuduklarımıza ve dinlediklerimize mana ve değerleri, hafızamızdaki çağrışımlar yoluyla veririz. Dildeki değişim, çağrışımlardaki dolayısıyla manalardaki, davranış ve tutumlardaki, kısaca hayattaki değişiklikleri doğurur.
Hadd-i zâtında Meriç, başka dilden yeni kavramlar almaya, (Mağaradakiler,269-270.) ihtiyaç anında bunları üretmeye hatta sadeleştirmeye de karşı değildir. Yalnız sadeleştirme, dilin tabii seyri içinde ve edebiyat ve sanat adamlarının elinde gerçekleşmelidir. Dil toplumla birlikte gelişir, yukardan müdahaleye açık değildir. Onun asıl karşı olduğu husus ise; dilde yapılan şovenizmdir. "Garibi şu ki, dildeki ırkçılığı, şaşılacak bir beyinsizlikle, kendilerini solcu sanan aydınlar benimsediler." (Jurnal-1,72.) " Esasen vokabüler üzerinde durmak, yani yerleşmiş kelimeleri Arapçadır diye atmaya kalkmak sadece cehaletle kabil-i izahtır. Fransızca'da aslı Fransızca olan kelimelerin sayısı yüzelliyi geçmez. Aynı dilde Arapça, Farsça hatta Türkçe menşeyli kelimeler çok daha fazla sayıdadır. (Jurnal-1,72.)
2-Hassasiyetin Kişisel Boyutu:
Meriç'teki hassasiyetin, sahip olduğu dil zevkiyle alakalı kişisel bir yönü de yok değildir. Bazen bir sayfayı on beş kere yazacak kadar müşkilpesent bir yazardır. Yazı, önce düşünce açısından baştan sona ele alınır, fikrî bütünlük sağlandıktan sonra şekil ve üslup üzerinde bir kuyumcu titizliği ile durulur. Kimi zaman bir cümledeki "de"nin fazlalığı ya da eksikliği ve ya bir kelimedeki harfin kulak tırmalayıcı olup olmadığı üzerinde kafa yorulur. Her cümle tekrar tekrar söylenir... Sesine kulak verilir... Hoşa gitmeyen kelimeler değiştirilir. Örneğin, "Sinema seyircisinin serseri tecessüsüyle seyreder." gibi bir cümlede, çoğu kimseyi rahatsız etmeyen "s"ler onun kulağını rahatsız eder. Onda her kelimenin bir sicil kaydı vardır. Sicil kaydı ya da albümü... Yandan, önden çekilmiş fotoğrafları... Herbirinin şeceresini, macerasını hatta aşklarını bilir. Geçmişlerine dair en mahrem, en detay denilebilecek husular dahi malumudur. Kelime onun dünyası! Hayır, onun herşeyidir. "Kelime bizde bir mûsıkî unsurudur. Kelime çağrışımları olan bir dünya. Kelime başlı başına bir dünya. Kelime katalog. Ön plana fikri değil, telkîni alıyor. Telkin de sesle musıkî ile olur." (Açıkgöz,age.,165.)
Meriç'in, yazılarına, Meriç’i Meriç yapan fikir özgünlüğünün yanısıra, inşânın estetik boyutuna yönelik özgünlüğünü de yansıtması gerekmektedir. Bu ise kelimede ve cümlede ses ve estetik kaygısını sürekli hissetmesi demektir. Dolayısıyla Meriç'in, uydurukçadan kişisel olarak rahatsız olması için haklı bir sebebi vardır: Dil zevki. Ben kelimede asalet ararım diyen edebiyat adamına, kurum Türkçesi, garip ve müteneffir bir gıcırtıya, testere gıcırtısına, diş gıcırtısına benzeyen bir düzine ses gibi gelir. (bkz.Jurnal-1,66.) Öyle ki Attilla İlhan'a olan beğenisini ifade ederken bile İlhan'ın uydurukçaya olan eğilimine dokundurmadan edemez: "Kurum Türkçesine senden başka hiç kimsede tahammül edemiyorum." (Jurnal-2,192.)
Bu iltifat, belağattaki "yergi yollu övgü" sanatının, Türk Dilindeki belki de en nefis örneğidir aynı zamanda... Bu arada, onda biçimin nerdeyse içerikten daha ön planda olduğunu söylemek, (bkz.Babam Cemil Meriç,56.) biçimle içerik arasındaki ilişkinin, kumaşın iç yüzüyle dış yüzü arasındaki türden bir ilişki olduğunu göz ardı etmek demektir. Bir başka deyişle, Meriç'in biçime yönelik hassasiyeti, içeriğe yönelik hassasiyetten kopuk ve onun dışında değildir! Her yazı, biçim ve içeriğiyle bir bütündür.
Sonuç Yerine:
Meriç'e göre bu çılgınlığı solun cılız omuzlarına yüklemek yanlıştır. Suç hepimizindir. Hepimizin yani minnacık çıkarları uğruna bir avuç mirasyedinin kararlarına kafa tutmayan cebîn ve izansız bir intelijansiyanın. İrfanın iki kanadı konumunda olan düşünce ve dil konusunda, Meriç'in ne denli hassas ve endişelerinin ne denli haklı olduğunu kendi ifadelerinden hareketle dile getirmeye çalıştık.
Bugün için, Meriç okurları olarak onun bu hassasiyetini bütün derinliğiye kavrayıp, bağnazlığa düşmeden icabını yerine getirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bunun yolu ise Türkçeyi sevip ona sahip çıkmaktan geçiyor. Aksi takdirde merhumun; "Anlaşılmadım, anlaşılmadım, anlaşılmadım. Hayatım bir bozgunlar silsilesi. Hiç bir kavgam zaferle taçlanmadı. Ben ezeli bir mağlubum. Ama tarihi yaratan bu mağluplar, bir ülkeyi onlar ebedileştirir." dediğini duyar gibiyim...
Celalettin Divlekci
KAYNAKLAR
AÇIKGÖZ, Halil, Cemil Meriç İle Sohbetler, İstanbul: Seyran.
AKARSU, Bedia(1998), Dil-Kültür Bağlantısı, İstanbul: İnkılap.
ALAN, Yusuf (1994), Lisan ve İnsan, İzmir: T.Ö.V
MERİÇ, Cemil (1992), Bu Ülke, İstanbul: İletişim.
------------(1992), Jurnal1, İstanbul: İletişim.
------------(1993), Jurnal2, İstanbul: İletişim.
------------(1997), Mağaradakiler, İstanbul: İletişim.
SOYKAN, Ömer Naci(1995), Felsefe ve Dil, İstanbul: Kabalcı.
ŞAHİN, Nail(2001), Dil ile Zihin İşleyişinin Etkileşimi, Ankara: TTKB.
2013-2024 © Türk Dili - Doç. Dr. Ahmet KAYASANDIK
Facebook'ta paylaş
İçeriğe dön