Hazır Cevaplar
YIKA DA GETİR
Süleyman Nazif ve Abdülhak Şinasi birlikte yemek yerken, Şinasi garsonu çağırır ve su ister. Şinasi’nin kirden ve mikroptan -eldivenle el sıkacak derecede- korktuğunu bilen Süleyman Nazif, garsona seslenmeden edemez:
― Oğlum, beyefendinin suyunu yıka da öyle getir.
SUSTURUCU TEDAVİ
Zamane gençlerinden biri, bir toplantıda Akif’i küçük düşürmeye çalışıp:
― Siz baytardınız, değil mi, demiş.
Akif, istifini bozmadan şu cevabı vermiş:
― Evet, bir yeriniz mi ağrıyordu?
SOKRAT VE BİLEĞİ TAŞI
Talebelerden biri Sokrat’a sormuş:
― Herkese güzel konuşma dersleri verdiğin ve onlara hitabet sanatını öğrettiğin halde, niçin sen de çıkıp bir konuşma yapmıyorsun?
― Evlat, demiş Sokrat. Bileği taşı keskin değildir ama en sert demiri bile keskin eder...
SIR SAKLAMAK
Yavuz Sultan Selim, birçok Osmanlı Padişahı gibi devletin selameti için sefer hazırlıklarını gizli tutarmış. Bir defasında vezirlerinden biri ısrarla seferin yapılacağı ülkeyi sorunca, Yavuz ona:
― Sen sır saklamasını bilir misin, diye sormuş.
Vezir, Yavuz’dan cevap alacağı ümidiyle:
― Evet hünkarım, bilirim dediğinde, Yavuz cevabı yapıştırmış:
― Ben de bilirim.
CENNETİN YOLU
Hristiyan din adamlarından biri, ülkemize gelerek küçük bir çocuktan kendisine o şehirdeki kiliseyi göstermesini ister. Kiliseye ulaştıklarında, papaz:
― Aferin çocuğum, der. Yarın buraya gel de sana cennetin yolunu göstereyim.
Çocuk, papazın niyetini sezerek:
― Siz kilisenin yolunu dahi bilmiyorsunuz, cennetin yolunu nasıl bileceksiniz ki, demiş.
HASTANIN YEMEĞİ
Lokman Hekim’e:
― Hastamıza ne yedirelim, diye sorduklarında, şu cevabı vermiş:
― Acı söz yedirmeyin de ne yese olur.
GÖNÜLSÜZ GÖNÜL
Abdülhak Hâmid’in evindeki sohbette, konu gençlik ve ihtiyarlıktan açılır. Yaşı geçmiş bir hanım, Abdülhak Hâmid’e döner ve:
― Efendim, gönül kocamaz!, der.
Hâmid cevap verir:
― Kocamaz ama kocamış bir vücut içinde oturmak da istemez.
BÖYLE KORUNUR
Çok değerli kütüphanesini millete vakfeden Koca Ragıp Paşa, onların bakımı için tanıdıklarından birini memur tayin eder.
Bir gün ansızın kütüphanesini ziyarete giden Paşa, etrafı ve kitapları toz toprak içinde bulunca canı çok sıkılır ve belli etmemeye çalışarak:
― Seni tebrik ederim yavrum, der. Gerçekten de emniyetli bir adammışsın. Teslim edilen şeylere hiç el sürmemişsin, aferin!
VELAYETİN GÖRDÜĞÜ
Fatih Sultan Mehmet, çocukluğunda biraz yaramazlık yapınca, babası II. Murat Han:
― Ne kadar yaramaz bir çocuksun, senden adam olmaz, diye çıkışır.
Orada bulunan ve velayet sırrıyla kalp gözü açık olan Akşemseddin Hazretleri, hafifçe gülümseyerek şöyle der:
― Peder ne der, kader ne der.
ANLADIĞININ İSPATI
Tanıdıklardan biri, yazdığı romanın müsveddelerini Neyzen Tevfik’e göstererek fikrini sorar.
Neyzen, beğenmediğini ifade edince, adam:
― İyi ama siz hiç roman yazmadınız ki, der.
Neyzen Tevfik şu cevabı verir:
― Ben yumurtanın tazesini bayatını iyi anlarım. Ama bu güne kadar hiç yumurtlamadım.
AKŞAM YEMEĞİ
Yahya Kemal, dostlarından birine:
― Bu akşam, yemeği benimle yer misin, diye sorunca, arkadaşı:
― Hay hay!,der. Çok memnun olurum. Hiçbir mazeretim yok!
Yahya Kemal gülümseyerek karşılık verir:
― İyi öyleyse, bu akşam size geliyorum.
HAKLI ÖLÜM
Sokrat ölüme mahkûm edildiğinde, eşi:
― Haksız yere öldürülüyorsunuz, diye ağlamaya başlayınca,
Sokrat:
― Ne yani, demiş. Bir de haklı yere mi öldürülseydim?
DÜŞMANIN CANI
Şair Nef’î bir toplantıda konuşurken, düşmanlarından biri içeri girmiş, fakat herkese selam verdiği halde kendisine:
― Merhaba canım!, demiş.
Nef’î durur mu, hemen cevabı yapıştırmış:
― Derhal çıkıyorum.
FİKİR YAKALAMAK
Şahabettin Süleyman, bir gün Ahmet Haşim’e:
― Üç günden beri zihnimde önemli bir fikir saklıyorum, dediğinde, Ahmet Haşim onun fikir üretmedeki kısırlığını ima ederek şöyle demiş:
― Günahtır yahu, salıver gitsin şu fikri. Zavallıcık günlerden beri tek başına kim bilir ne kadar sıkılmıştır (!)
DÜNYANIN YÜZÜ
Hastalıktan ötürü gözleri kapanmış bir adam, halk şairi Seyrânî’ye:
― Bende dünyayı görecek göz mü kaldı, diye şikâyette bulununca, söz eri Seyrânî:
― Hiç üzülme dostum, demiş. Zaten dünyada da bakılacak surat kalmadı.
DİL BİLİYOR MU?
Süleyman Nazif hiç sevmediği bir gazeteciyi kastederek A. Şinasi Hisar’a:
― Arkadaşınızdır, bilirsiniz acaba dostunuz Fransızca biliyor mu, diye sormuş. “Evet, bilir.” cevabını alınca da şu açıklamayı yapmış:
― Türkçe bilmiyor da acaba başka bir dil biliyor mu, diye öğrenmek istedim.
UYKU KARDEŞLİĞİ
Mevlâna Hazretleri talebelerinin biriyle yürürken, yol kenarında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görür.
Yanındaki talebesi:
― Güzel bir kardeşlik örneği, der. Keşke insanlar da bundan ibret alsa.
Mevlâna, tebessüm ederek karşılık verir:
― Aralarına bir kemik atıver de gör kardeşliklerini.
BRAVO!
Genç bir şair, saçma sapan şiirlerini Victor Hugo’ya okuduktan sonra:
― Üstat, şiirlerimi nasıl buldunuz?
Victor Hugo:
― Vezinsiz, kafiyesiz ve manasız bir şey yazmak istemiş ve tam muvaffak olmuşsunuz. Bravo doğrusu (!)
KONUŞMANIN UZUNLUĞU
Guru bilgeliğini tüm insanların emrine sunmak istediği salona girmiş. Salon, ön sırada oturan seyis dışında boşmuş. Konuşup konuşmama konusunda düşünen Guru sonunda seyise sormuş:
― Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mı, yoksa konuş-mamalı mıyım?
Seyis cevap vermiş:
― Sayın Guru, ben basit bir insanım. Bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.
Bu sözlere hak veren Guru anlatmaya başlamış. İki saatten fazla konuşmuş durmuş. Sonra kendini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de vaazın çok iyi olduğunu onaylamasını isteyerek sormuş:
― Konuşmamı nasıl buldun?
Seyis cevap vermiş:
― Sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelip biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim dedim ama elimdeki tüm yemi ona verip hayvanı çatlatmazdım.
ÇALIŞAN KAZANIR
Mahir adındaki çalışkan bir öğrencisi, meşhur edebiyat öğretmeni Tahirü’l-Mevlevî’den zayıf not almış. Bunun üzerine tahtaya:
“Vermezse Tahir, ne yapsın Mahir.”
Cümlesini yazmış. Derse gelen hoca tahtadaki cümleyi görünce altına hemen şu cümleyi eklemiş:
“Çalışsa Mahir, esirger mi hiç Tahir?”
― Musluklar hariç, her yer akıyor!
Yukarıdaki Hazır Cevaplar'dan bazıları Zafer Yayınlarının aynı adlı serisinden derlenmiştir.
Aşağıdaki nükteler İskender Pala'nın Güldestesinden alımıştır.
- Çocuklar, kimin evi yakında ise bana bir bardak su getirsin.
Çocuklar arasında Haşmet de varmış.
- Ben getiririm demiş ve gidip toprak bir kâse içinde buzlu turşu suyu getirmiş. Ragıp Paşa, bu hâle pek memnun olmuş ve turşu suyunu kana kana içmiş. Sonra çocuğa teşekkür etmek için demiş ki:
- Yavrum, ben su istemiştim, sen turşu suyu getirdin. Çok düşüncelisin, teşekkür ederim.
- Hiç gerek yok amca! Annem, turşu küpüne fare düştüğünden bu yana gelene geçene soğuk turşu suyu ikram ediyor.
Ragıp Paşa, fena hâlde öfkelenir ve oturduğu yerden fırlayıp elindeki turşu çanağını yere çarpar.
O zaman Haşmet dayanamaz:
- Eyvah, kedimin yal çanağını kırdınız. Şimdi annem benden hesap sorar.
Ragıp Paşa, birden duraklar ve çocuğun zeki olduğunu, hazır cevaplılığını ve bunları muziplik olsun diye yaptığını anlar. Sonra, Haşmet’i yanına evlatlık alır. Onu okutur, yetiştirir. Haşmet gençlik çağına gelince konağın halayıklarından birine tutulur ve köşe bucak, kızı nerede görürse sıkıştırır. Ragıp Paşa, durumu fark eder ve onu evden çıkarmak ister. Ancak, önce Haşmet’e bir oyun oynamayı düşünür. Halayığı çağırır ve ona tembih eder:
- Kızım, Haşmet sana tekrar musallat olursa onu odana davet et. Ben kapının önünde olacağım. Ona razı olacakmış gibi yapıp elinde nesi var nesi yok, al.
Kız söyleneni yapar ve Haşmet’i odasına çağırır. Ona şartlarını söylemeye başlar:
- Bak Haşmetçiğim! Ben de sana tutkunum ama ben zavallı, kimsesiz bir halayık kızım. Kimim kimsem yok. Bu buluşmayı paşa hazretleri duyarsa, beni konaktan kovar. Sonra dışarılarda aç bi-ilaç ne yaparım. Onun için önce kendimi garantiye almalıyım. Sözün kısası, bana şu kadar altın vermezsen bu iş olmaz. Haşmet, kesesindeki bütün altınları kıza uzatır:
- Al serv-i revanım. İstediğin altın olsun.
Kız bu minval üzere naz ve işveye devamla Haşmet’in nesi var nesi yok alır. Hatta malik olduğu tek gayrimenkul tarlanın da tapusunu ele geçirir. Haşmet verdikçe kız işveyi artırır; kız cilvelendikçe Haşmet verir. Sonunda kız:
- Haşmetçiğim, der. Bu yapacak olduğumuz günah bizi iflah etmez. Ben, öte dünyada cehenneme gidersem, hiç gönlün razı olur mu? Onun için bana imanını da ver!
Haşmet, çılgına dönmüş gözlerini kıza dikip ayağa fırlar:
- Vallahi de yok; billahi de yok!..
Kapıda onları dinlemekte olan Ragıp Paşa, gülmekten katılarak içeri girer:
- Ne yaptın Haşmet, iman elden gitti!
- Ne yapayım paşa hazretleri, var desem onu da alacaktı!..
Vakit geçince Nihat Bey, eşeği almayı unutmuş. Mısır'a dönüğünde Paşa:
- Nihat Bey, bizim eşek nerede, diye sorunca şair şaşkınlıkla şöyle demiş:
- Vallahi Paşam, sizi görünce eşek aklıma geldi, unuttum.
- Neyse, siz geldiniz ya artık lüzumu kalmadı.
- Geliyor, dediler. Kel Hasan, geliyor.
Bu seslerden sonra Hasan Efendi semiz, semiz olduğu kadar da temiz bir eşeğin üzerinde göründü. Naşit içerde imiş, dışarı çıktı. Üstadını karşıladı, davulcu tokmağını bir tarafa bırakıp eşeğin yularından tuttu. Hasan Efendi'yi çemenderzadenin üstünden indirdiler. Meğer üstat "Kuyubaşı" tarafında oturan kardeşinde misafirmiş. O vakit şimdiki gibi dolmuş, taksi olmadığı için, konu komşu ödünç bir eşek bulup Hasan Efendiyi bindirmişler. Naşit, ustasının tiyatroya eşekle ilk defa geldiğini gördüğü için bıyık altından gülüyor, ona bir şeyler yutturmaya hazırlandığı her hâlinden belli oluyordu. Nihayet dayanamadı:
- Vay efendim, dedi. Bu da nerden çıktı? Sizin eşeğiniz yoktur. Biraderin olmasın?
Hasan Efendi’nin zeki gözleri birden parladı. Naşit'in "Biraderin" diye yutturmak istediği manayı derhâl kavrayarak:
- Yok canım, dedi. Bizim biraderde böyle şeyler ne gezer; pederin, pederin!..
Yanına hem münasebetsiz hem geveze bir adam gelmişti. Konuşurken damdan düşer gibi sordu.
- Nasıl, dostum, bir vasiyetin var mı?
Ahmet Haşim:
- Var, dedi. Eğer bir hastanın yanına gidersen bu kadar fazla oturma.
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı İlâhî’dir makâm-ı Mustafâ’dır bu
beytiyle başlayan gazel tarzındaki ünlü naat dökülür. Sabaha yakın, kervan düzülüp de Medine’ye yaklaştıklarında Ravza-i Mutahhara’nın bütün minarelerinden müezzinlerin davudî makamla bu gazeli okuduklarını duyarlar. Meğer o gece Efendiler Efendisi, müezzinlerin her birinin rüyasına girip ezandan evvel bu neşideyi savt-ı hazîn ile okumalarını buyurmuş.