Dil ve Kültür
DİL BİLGİSİ
DİL
Dilin Özellikleri
KÜLTÜR
Kültürün Özellikleri
DİL-KÜLTÜR İLGİSİ
DİL-DÜŞÜNCE İLGİSİ
Dilin Özellikleri
KÜLTÜR
Kültürün Özellikleri
DİL-KÜLTÜR İLGİSİ
DİL-DÜŞÜNCE İLGİSİ
DİLİN MİLLET HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ
DİL
Dil, en basit tanımıyla insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir iletişim aracıdır. Dili bütün özellikleriyle ifade eden bir tanım yapmak zordur. Muharrem Ergin’in dil tanımı diğerlerine göre daha kapsamlıdır:
“İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir.” (Muharrem Ergin)
“İnsanlar arasında anlaşmayı sağlayan tabii bir vasıta; kendisine mahsus kanunları olan ve ancak bu kanunlar çerçevesinde gelişen canlı bir varlık, temeli bilinmeyen zamanlarda atılmış bir gizli antlaşmalar sistemi, seslerden örülmüş içtimai bir müessesedir.” (Muharrem Ergin)
Dil, herşeyden önce bir anlaşma aracı olduğuna göre bu aracın özellikleri iyi bilinmeli ve buna göre kullanılmalıdır. Nasıl ki bir otomobilin teknik talimatnamesinde yazılan esaslara ve trafik kurallarına uygun biçimde kullanılması gerekiyorsa doğal bir araç olan dil de kendine özgü kurallarına göre kullanılmalı ki asıl işlevini yerine getirebilsin.
Dilin Özellikleri
1. Anlaşma aracıdır:
Dilin birinci ve asıl işlevi anlaşma aracı olmasıdır.
2. Doğallık
3. Kuralları vardır
4. Canlılık
5. Gizli antlaşmalar sistemi olması
6. Milletin ortak malı olması
7. Sosyallik
Dilin birinci ve asıl işlevi anlaşma aracı olmasıdır.
2. Doğallık
3. Kuralları vardır
4. Canlılık
5. Gizli antlaşmalar sistemi olması
6. Milletin ortak malı olması
7. Sosyallik
DİLİN MİLLET HAYATINDAKİ YERİ VE ÖNEMİ
Bir milleti ayakta tutan, onun varlığını ve devamını sağlayan, millî şuuru besleyen, bir millete mensup olma hazzını veren ve bireylerini birbirine yaklaştırarak onlar arasında birlik yaratan unsur olarak dilin, millet hayatındaki yeri çok önemlidir. Öyle ki milletin varlığı, dilin varlığıyla mümkündür.
Millî varlığın korunmasıyla dilin korunması arasında çok sıkı bir ilgi vardır.
Bir milletin dili bozulursa kültüründe sıkıntılar ortaya çıkar.
Düşünce, sanat ve edebiyat alanlarında çöküntü başlar. Dil asıl işlevini (insanlar arasında anlaşma aracı olma) yerine getiremez.
Dil, milletin manevi gücünün aynasıdır. Bir milletin kültürel değerlerini oluşturan ve o milleti ayakta tutan; edebiyatı, sanatı, bilim ve tekniği, dünya görüşü, ahlak anlayışı, müziği... geçmişten günümüze ancak dil sayesinde aktarılmaktadır.
Dolayısıyla dilin korunmasıyla millî varlığın korunmasını aynı seviyede algılamak gerekir.
KÜLTÜR
Atatürk’ün ifadesiyle kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir.
Kültür, milletin fertleri arasında sosyal akrabalık bağını oluşturan (başta dil olmak üzere tarih, din, örf ve âdetler, hukuk sistemi, müzik, güzel sanatlar, ekonomi, ahlak anlayışı ve dünya görüşü... gibi) maddi ve manevi değerlerin tümüdür ve bu değerler kültürün başlıca unsurlarını oluşturur. Bunlar o milletin fertlerini birbirine bağlarken, diğer milletlerden ayırır; içeride birleştirici, dışarıya karşı ayırıcı rol üstlenir.
Kültürün Özellikleri
1. Millîlik
2. Süreklilik
3. Özgünlük
4. Ortaklık
5. Canlılık ve Doğallık
6. Uyumluluk
7. Özünün Değişmezliği
Kaybetmeye başladığımız kültürel değerlerimizden birini izlemek için burayı tıklayınız.
DİL-KÜLTÜR İLGİSİ
Millî kültürün temel unsuru olan dil, bir taraftan kültürü beslerken diğer yandan kültürle beslenir ve kültürel değerleri sonraki nesillere aktarmada çok önemli bir işlevi yerine getirir. Maddi, manevi kültürel değerlerin oluşmasında ve aktarılmasında dilin inkâr kabul etmez bir rolü vardır.
Bir dilin gücünü, söz varlığını, estetiğini, sınırlarını… o milletin kültürü belirler. Dolayısıyla ana dilini iyi öğrenmeye çalışan bir kişi, milletinin dünya görüşünü, bakış açısını, anlayışını, felsefesini kısaca millî kültürünü de öğrenmiş olacaktır. Zira o dille yazılmış bir metindeki her kelime, o kültürün özelliklerinden ve inceliklerinden ayrıntılar verecektir.
Kelimelerin anlamları, o toplumun kültürel değerleriyle bağlantılıdır. Bu anlam incelikleri, kültürün dildeki yansımalarını da örnekler. Mesela, bir Arab’ın güneşten korunmak için güneşliğe (şems+iye = güneş+lik) ihtiyacı vardır. Bir Alman ise yağmurdan korunmak için yağmurluğa (regenschrim) ihtiyaç duyar.
Bir dilin gücünü, söz varlığını, estetiğini, sınırlarını… o milletin kültürü belirler. Dolayısıyla ana dilini iyi öğrenmeye çalışan bir kişi, milletinin dünya görüşünü, bakış açısını, anlayışını, felsefesini kısaca millî kültürünü de öğrenmiş olacaktır. Zira o dille yazılmış bir metindeki her kelime, o kültürün özelliklerinden ve inceliklerinden ayrıntılar verecektir.
Kelimelerin anlamları, o toplumun kültürel değerleriyle bağlantılıdır. Bu anlam incelikleri, kültürün dildeki yansımalarını da örnekler. Mesela, bir Arab’ın güneşten korunmak için güneşliğe (şems+iye = güneş+lik) ihtiyacı vardır. Bir Alman ise yağmurdan korunmak için yağmurluğa (regenschrim) ihtiyaç duyar.
Dilin sosyal bir varlık olmasıyla ilgili yukarıda verilen örnekler, dil ile kültür arasındaki bağlantının ne kadar güçlü olduğunu gösterir. Vaktiyle gazinoya gitmeyen, flört etmeyen Türk’ün söz varlığında elbette bunları karşılayacak Türkçe bir kelime olmayacaktır.
DİL-DÜŞÜNCE İLGİSİ
Düşünceler, dille somut bir hâle dönüşür.
Düşüncenin yansımaları en güzel şekliyle dilde açığa çıktığına göre, dili olmayan insanın düşünmeden yoksun bir varlıktan farkı kalmaz.
İnsan, her biri bir nesnenin göstergesi olan kelimelerle düşündüğüne göre, diğer bir deyişle düşüncesini kelimelerle biçimlendirdiğine göre, düşünce ufkunun genişlemesi o dilin kelimelerini ve imkânlarını iyi bilmeye bağlıdır. Bu yüzden dil ve düşünce bir kâğıdın iki yüzü gibi birbirinden ayrılamaz.
İnsan, her biri bir nesnenin göstergesi olan kelimelerle düşündüğüne göre, diğer bir deyişle düşüncesini kelimelerle biçimlendirdiğine göre, düşünce ufkunun genişlemesi o dilin kelimelerini ve imkânlarını iyi bilmeye bağlıdır. Bu yüzden dil ve düşünce bir kâğıdın iki yüzü gibi birbirinden ayrılamaz.
SÖZÜN ÖZÜ
Dil: İnsanlar arasında iletişimi sağlayan, kendine göre kuralları olan doğal bir araç, seslerden örülmüş bir sistemdir.
Kültür: Bir milletin maddî ve manevî değerlerinin hepsinin ortak adıdır.
Dil başta olmak üzere, tarih, din, örf ve âdetler, hukuk sistemi, müzik, güzel sanatlar, ekonomi, ahlâk anlayışı ve dünya görüşü kültürün unsurlarındandır. Millîlik, süreklilik, özgünlük, canlılık, doğallık, ortaklık ve bütünüyle değişmezlik kültürün belli başlı özellikleridir.
Bir milletin tarih sahnesindeki varlığını devam ettirebilmesi kendi diline sahip çıkması, onu korumasıyla mümkündür. Bu sebeple konuya gereken hassasiyetin gösterilmesi şarttır.
Türkçe, dünyanın en güzel, en zengin, en büyük dillerinden biridir. Asırlarca üç kıtada konuşulmuş, yazılıp okunmuştur. İlk şekli ile kalmamış, gelişmiştir. Kendi kendisini yenilemiş, tazelemiş ve zenginleştirmiştir. Çok mantıklı, çok ahenkli, ifade kabiliyeti çok yüksek bir dildir. Sanki bir bilginler kurulu oturmuş, ölçüp biçerek meydana getirmiştir. O kadar mükemmel, o kadar düzenlidir. Böyle güzel ve tatlı bir dile sahip olmak Türklerin en büyük iftiharıdır. Her Türk çocuğu bu mükemmel dili, bu güzel Türkçeyi en aziz bir varlık olarak sevmeli ve ona saygı duymalıdır. Onun kadrini, kıymetini bilmelidir. Onu sadece kulaktan dolma şekliyle, çevresinden öğrendiği gibi kullanmakla kalmayıp, onun bütün yapısını, kanunlarını, kaidelerini hakkıyla tanıyıp bilmelidir. Ona iyice sahip olmak, onu en doğru, en güzel ve en tesirli şekli ile kullanmak için, kısacası iyi konuşmak ve iyi yazmak için bu şarttır.
Muharrem Ergin
DİL VE KÜLTÜR
Prof.Dr. Mehmet Kaplan
“Ziya Gökalp, dili kültürün temel unsuru sayar. O, bu görüşünde haklıdır. Zira dil, duygu ve düşüncenin adeta kabıdır. Bir milletin bütün duygu ve düşünce hazinesi, dil kabına veya kalıbına dökülür ve bu dil kabı ile yerden yere, nesilden nesle aktarılır. Yazı, dilin sesini kaydeden bir vasıta olarak dilin bir parçasıdır. Fakat kültür, söz ile de bir millet arasına yayılır.
Dil kültürün temeli olduğuna göre, bir milletin dil ile ifade ettiği sözlü, yazılı her şey kültür kavramına girer. Sabahtan akşama kadar evde, sokakta, çarşıda, iş yerinde konuşan halk, farkında olmadan dil tarlasını eker, biçer. Dilin duygu ve düşünce ile dolmasının sebebi, günlük hayata çok yakın olmasıdır.
Aslında dili yaratan hayat, daha doğrusu sosyal hayattır. Anne çocuğuna bir oyuncak verir: “Bak sana otomobil getirdim” der. Böylece çocuk, oyuncak otomobil ile beraber “otomobil” kelimesini öğrenir. Fakat dil her zaman böyle bir eşya gösterilerek öğrenilmez. Bebek etrafında mânâsını anlamadığı birtakım sesler duyar. Zamanla onların bir şeye tekabül ettiğini öğrenir.
Dil deyince, konuşulan ve yazılan bütün kelime ve cümleleri anlamak lâzımdır. Halk günlük hayatında kelimeleri menşelerine göre ayırmaz. Onu ilgilendiren, kelimelerin mânâsı, işe yaramasıdır. Bir bakkal dükkânında on dakika oturup halkı dinleyerek hangi kelimeleri kullandığını tespit edebilirsiniz.
İlle öztürkçe yazılmamış, “normal” “tabiî” yazılı bir mahsulde, bir gazete veya kitapta da bu işi yapabilirsiniz. “Normal” ve “tabiî” konuşan halk gibi, “normal” ve “tabiî”, yazan bir yazar da kelimelerin menşeine değil, mânâsına, nüansına ve işe yararlılığına önem verir.
Konuşma veya yazı dilinde kelimeleri, Türkçe-yabancı diye ayırmak “normal” veya “tabiî” konuşma ve yazmaya aykırı bir davranıştır. Bu yapma tutumu kırıtgan kadınların hâl ve tavrında olduğu gibi derhal fark edersiniz. Böyle yapanlar dikkatlerini bahsedecekleri şeye verecekleri yerde belli kelimelere verirler. Onlar için önemli olan eşya, duygu ve düşünce değil, öztürkçe kelimelerdir. Bir yazarı değerlendirirken, fikirlerine değil, kullandığı kelimelere bakarlar. Onlara göre öztürkçe kelime kullananlar iyi, kullanmayanlar kötüdür. Bu ölçüyü öztürkçeden önce yazılmış eserlere tatbik ederseniz, hepsi kötüdür. Fuzulî, Bâki, Nedim, Şeyh Galib, Fikret, Âkif, hatta Yahya Kemal, Reşat Nuri bile...
Böyle bir davranış tarzının ne kadar barbarca olduğunu buna göre ölçebilirsiniz.
Her millet dilini ve kültürünü yüzyıllar boyunca yoğurur. Bu esnada o, akan bir nehir gibi, içinden geçtiği her topraktan bazı unsurları alır. Her medenî milletin konuşma ve yazı dili, karşılaştığı medeniyetlerden alınma kelime ve deyimlerle doludur. Bu bakımdan her milletin dili, o milletin çağlar boyunca yaşadığı tarihin âdeta özetidir. Dile bu gözle bakılırsa mânâ kazanır.
Batılı dil âlimleri, filologlar yazılı veya sözlü kültür eserlerini incelerken, bir arkeolog gibi hareket ederler. Bir nevi “dil arkeolojisi” yaparlar. İlkin inceledikleri metnin tarihini tespite çalışırlar. Zira, her metin dil tarihinin bir kesitini verir. O kesitte, o anda bulunan ve o ana kadar dile girmiş olan her kelimenin, yerli yabancı ayırmaksızın yazılışı, söylenişi mânâsı dikkâtle tespit edilir. Zira en küçük bir işaret, bir ses değişmesi, o kelime hatta bütün metnin mânâsını değiştirebilir. Eğer Sümerce bir metinde Tanrı ve at kelimeleri Türkçe Tanrı ve at mânâlarına geliyorsa bu, bütün insanlık tarihine yeni bir gözle bakmayı gerektirir. Bundan dolayı dil âlimleri, filologlar eski metinleri incelerken kılı kırk yararlar. Kelimelerin menşeleri onları dil ve kültür tarihi bakımından ilgilendirir. Göktürk harfleriyle yazılmış bir mezar taşında görülen Çince, Hintçe bir kelime, dil ve kültür tarihi bakımından önemli bir mânâ taşır. Türklere ait eski metinlerde sade Türkçe kelimelere önem vererek, yabancıları bir kenara atmak hem kültür kavramına, hem de ilmi düşünceye aykırıdır. Dili bir milletin medeniyet tarihinin aynası olarak inceleyenler, onda pek çok şey görürler.
Dil ile tarih ve kültür arasındaki münasebeti bilen bir kimse, dili tek başına almaz. Zira dilde her kelimenin yazılış, ses, şekil ve mânâsını tayin eden, tarih ve kültürdür. Yunus Emre’nin şiirlerinin dilini, yazıldığı devir ve çevreden ayrı ele alamazsınız. Zira o ağacın kökleri gelenek ile beraber, yetiştiği topraklara sımsıkı bağlıdır. Bu da gösterir ki filolog sadece dilci değil, geniş kültürlü, kafası dil gibi hayatın bütün imkânlarına açık bir insan olmalıdır.
Kültür eserleri, dilin belli bir yer ve anda donmuş şekilleridir. Bu bakımdan onların abidelerden farkları yoktur. Kütüphaneler dil abidelerini toplayan müzelerdir. Dil, bir kap olduğuna göre onlara “duygu, düşünce, hayal müzeleri” demek gerekir. Biz eskiden yaşamış insanların hayat tecrübelerini, inanç ve değerlerini bu eserlerden öğreniriz. Aslında dili hem şekil, hem muhtevasıyla inceleyen filolojinin gayesi, insan kültürünü tanımaktır. Fakat bu görüşe ancak dil ile kültür arasındaki bağlantıyı görenler ulaşabilirler.” ( Kültür ve Dil, Dergâh Yay., İstanbul, 1982, s. 186.)
DİL VE KÜLTÜR
Kelimelerin olmadığı bir dünyada yaşasaydık, insanlar, beyinlerinden, ruhlarından, kalplerinden süzülüp gelen duygu ve düşünceleri birbirlerine nasıl aktarırlardı kimbilir? Kelimesiz, sözsüz, yazısız, kısacası dilsiz bir dünya... Hayali bile sıkıntı veren renksiz bir dünya. Hayata renk katan dil, her toplumun ruh aynasıdır. Bir toplumun kültür seviyesini ve dünya görüşünü tespit etmek isteyenler o toplumun kullandığı dili incelemeleri yeterlidir.
Mesela, bir Kızılderili kabilesi olan Siouxlar’ın dilinde hiçbir “küfür” kelimesi yoktur. Kızılderililere vahşi diyen beyaz adamın yüzünü kızartacak bir tablo! Dil ile kültürün ve toplumun ilişkisine diğer bir örnek de arşivlerimizdeki belgelerdir. Arşivlere bir göz atsak, belgeler bize şunları fısıldar: “Kâğıdımızdan mürekkebimize, yazı türümüzden kullanılan kaleme kadar uzanan unsurlardaki estetiğe bakın. Her şahsın makamına göre kullanılan lakaplar, hitaplar, dua cümleleri, o devrin insanının, sizin cedlerinizin ruh inceliklerini yansıtmıyor mu? Şu muhteşem fermanların arkasındaki muhteşem devleti nasıl görmemezlikten gelebilirsiniz?”
Gerçekten bu belgelerin sadece şekilleriyle değil, içlerinde geçen kalıplaşmış ifadelerle de devirlerinin kültür birikimi ve hayat görüşlerine nasıl işaret ettikleri incelenmeye değer. Mesela, bir belgede bir bayan ismi geçtiği zaman hemen ardından, çoğu zaman, “zid iffetüha” (Allah iffetini artırsın), bir âlimin ismi geçtiği zaman “zid ilmüha” (Allah ilmini artırsın) şeklinde bir dua cümlesi gelirdi. Sadrazam, defterdar, müftü, kazasker, beylerbeyi, sancakbeyi ve kadı gibi makam sahibi şahsiyetlerin senası birkaç satır sürüyordu.
Dil-kültür ilişkisine dair başka bir misal de atasözleri ve deyimlerdir. Günümüzde, mevcut dillerdeki kalıplaşmış ifadelerin, bilhassa atasözlerinin, milli ruhu yansıttığı görülmektedir. Hatta bu atasözlerinden bazılarının farklı milletlerde -kelimeler farklı olsa bile- aynı manayı taşıdıkları tespit edilmiştir. Zira bazı cihanşümul (evrensel) hakikatler, bütün insanlar tarafından tartışmasız kabul edilir. Bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki devlet başkanının olamayacağı, olursa işlerin karışacağı, yani hâkimiyetin en önemli esasının müdahaleyi reddetmek olduğu, cihanşümul bir hakikattır. Bu hakikata İngilizler şöyle işaret eder: “Aşçılar çoğaldı mı çorba tatsız olur”,
İtalyanlar; “Çok horozun öttüğü yerde güneş doğmaz”,
İranlılar; “İki kaptan gemiyi batırır”,
Ruslar; “Yedi ebenin olduğu yerde bebek kör doğar”.
Bizdeki atasözleri de şöyle: “Horozu çok olan köyün sabahı geç olur”,
“İki arslan bir posta sığmaz”.
Atasözleri ve deyimlerin kültürümüze nasıl ayna oldukları şu misallerden açıkça görülebilir:
— Allah, dağına göre kar verir.
— Allah, doğrunun yardımcısıdır.
— Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar.
— Allah sabırlı kulunu sever.
— Allah’tan umut kesilmez.
— Almadan vermek Allah’a mahsustur (yaraşır).
— Allaha ısmarladık.
— Allah bağışlasın.
— Allah bilir.
— Allah etmesin.
— Allah utandırmasın.
“Çalım Kültürü”nün doğurduğu gariplikler de hatırlanmaya değer. Arabalara yapıştırılan çıkartmalar nedense daha çok İngilizce ve İngilizlerin “white lie” (zararsız yalan) (!) dedikleri cinsten. Mesela “My other car is a Ferrari” (Benim diğer arabam bir Ferrari’dir). Ya arabaların arka camlarında taşınan sahte Amerikan plakalarına ne demeli! Bu plakaları takanlar, Amerika’yı görüp geldiğini mi ima ediyorlar acaba? Bir de kolu, bacağı kırılanların alçılarına yazdırdıkları imza sirküleri var. “Ne çok arkadaşı varmış” mı denmek isteniyor yoksa? Kısacası “hava atmak”, kültürümüzü ve dilimizi maalesef oldukça etkiliyor.
Şimdi dil-kültür-toplum ilişkisinde, hassas bir husus üzerinde duracağız. Kitle iletişim araçlarıyla insanların zihinlerini kontrol etmek mümkün müdür?
Aynı hadiseye, farklı isimler vermeleri ne garip?! Mesela, bir insan dinini değiştirir; yeni dinine mensup insanlar için o bir “mühtedi” (hidayete eren)’dir; eski dindaşları için, “mürted” (dinden dönen). “Şehit olmak isteyen mücahitler” bazıları için “İntihar saldırısında bulunan bir grup fanatiktir”. Özellikle basın-yayın organlarında bu tür “dil oyunlarına” veya daha resmi bir ifadeyle “diplomatik üsluba” çok rastlanır. Mesela, “Teröristler ölü olarak ele geçirildi”, “Göstericiler hayatını kaybetti” haberlerinde, özneden çok hadise vurgulanmış, halkın yanlış anlamalarının (veya gereksiz su-i zanlarının) (!) önüne geçilmiştir. Bu şekilde, aktif fiil cümlesi yerine, pasif cümleler ve isim cümleleri kullanmak, basının “tarafsız” kalmak için uyguladığı bir metottur. Batılı strateji uzmanlarının tavsiye ettikleri “güzel adlandırmalar” (!) da insanlarda infiale sebep olabilecek bazı hadiselerin yumuşatılmasında kullanılır. Gaye, mevcut statükoya zarar gelmesini önlemektir. “Soykırımı” veya “katliam” yerine “etnik temizleme”; “kumar” yerine “talih oyunu”; “bebek katliamı” veya “sinsi soykırım” yerine “aile planlaması” terimlerini kullanmak gibi...
Ya “şeker bayramı” tabirine ne demeli? Kulluk dairesinde bulunan aciz ve fakir insanın, Allah’ın azamet, kudret, şef kat ve merhamet gibi yüzlerce isim ve sıfatını idrak edip “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahuekber” senalarıyla görünen ve görünmeyen âlemlere ilan ettiğimiz “Ramazan Bayramı” nda, “şeker” ve “tatlılar” dışındaki başka bir şeyle uğraşmayan ve insanları uğraştırmak istemeyenler de kimler? Bunları düşünmek gerek. Nezaket isteyen başka tabirler de var. “Kara kışta” , karla ve tabiatla “mücadele” edildiği söyleniyor. Hâlbuki ne kış “karadır”, ne de insan onunla “mücadele” eder. “Hava muhalefeti” de ayni şekilde yanlış kullanılan deyimlerden birisidir. Tabiatta kötü ve çirkinmiş gibi gözüken şeylerin altında güzellikler yatar. Güzel düşünemeyen insanlar güzel göremezler. Rabb’e kendilerine ve yaratılanlara yabancılaştıkları için “hayat”ı bir “cidal” olarak görürler.
İnsanı daha büyük bir vartaya düşüren bir tabir de şöyle “İşimiz Allah’a kaldı” Acaba hangi iş Allah‘ın iradesi dışında gerçekleşir ki? Bundan başka “Üzümünü ye bağını sorma” gibi ifadeleri duydukça, ister istemez insanın aklına bunların bizden olmayanlardan sudur ettiği geliyor. Batılılar bu konuda oldukça işgüzar. Ortaya attıkları tabirlerin ardında kendi hayat görüşleri okunuyor. Aldanmamak için çok dikkatli olmak gerekiyor.
Allah’a dayandıkları için cihanı sarsan, fazilet ve medeniyet üstadı Osmanlılar emperyalizm sömürgecilik gibi kavramları tedai ettirecek şekilde bir “imparatorluk” mudur yoksa “cihad-ı fi sebilillah” mefkûresiyle yaşayan o şanlı ecdadımız “Devlet-i Aliye-i Osmaniye” midir’
İşte kullanırken düşünülmesi gereken mefhumlardan sadece birkaçı. O halde ne yapmalıyız? Kendimize ait mefhumlarla düşünmenin yollan nelerdir? Aslında çare basit. Kaynağı Kur’an ve hadisler olan eserleri sürekli okuyup yaşayan insanlarda öyle bir dünya görüşü oluşur ki sahip oldukları ferasetle eşya ve hadiseleri tahlil, bünyelerine yabancı olan unsurları teşhis, bilgileri hikmete, “kültür”ü de “irfan”a tebdil ederler. Öyle bir “lisan” kullanmaya başlarlar ki, sanki yaşadıkları şeyler kelimeleşir, zihinleri ve hayatları aydınlık ve dupduru olur.
KAYNAKLAR
1) Aksan, Prof. Dr. Doğan (1987) “Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim.” Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi.
2) Pel. M (1965) The Story ol Language New York The American Library.
3) Eminoğlu M. (1989) Osmanlı Vesikalarını Okumaya Giriş. Konya: Ülkü Basım Evi.
4) Hatim ve Mason (1990) Discourse and the Translator, London/New York: Longman
Yusuf Alan
DİL
Konuşmalara dikkat ederseniz çoğu, bahis konusu olan şeyin dışında cereyan eder. Karşımızda bulunanı nadiren dile alırız. Çünkü onu doğrudan doğruya görürüz. Bir marangoz, bir masa yaparken ekseriya ağzını bile açmaz. Her şey gözünün önünde, elinin altındadır. Ve zaten eşya ile konuşulmaz. Konuşma için iki insanın karşı karşıya gelmesi lazımdır. O zaman eşya silinir; söz araya girer. Fakat sözün vazifesi eşyanın yerini tutmaktır. Marangoz, çırağına: “Git, nalburdan yarım kilo beş numara çivi al!” derse çırak, deli olmadıkça manava gidip salatalık veya domates getirmez. Bu bize gösterir ki, her kelime dünyada bir “şey”e tekabül eder ve konuşma da bu bir “şey”in yerini tutar, daha doğrusu onun işareti olur.
“Anlamak” kelimesi öyle zannediyorum ki, eski Türkçede işaret ve sembol manasına gelen “angu” kelimesinden türemiştir. Buna göre anlamak, işaretleşmek, işaretin manasını kavramak demektir.
Marangozun çırağı, çivi yerine domates getirirse, bu onun çivi kelimesinin manasını anlamadığını gösterir. Orta oyununda böyle yanlış anlamaya dayanan bir sürü gülünç nükte vardır. Günlük hayatta kullanılan kelimelerin manasını “herkes” anlar. “Herkes” derken, ayni işaretler sistemine göre yetişmiş insanları, yani muayyen bir toplumu kastediyoruz. Yoksa bir “yabancı” için, bize pek tabii gelen kelimelerin manası meçhuldür. Onda bizim konuşmamız sadece bir gürültü intibaı bırakır. Kelime ancak, oldukça geniş bir kitle tarafından, muayyen bir şeye tekabül ettiği, yani bir mana taşıdığı takdirde kelime olur.
Bir kelimenin kelime olarak kıymeti sesinde değil, bir topluluk tarafından anlaşılan bir mana taşımasındadır. Mana, bir nevi içtimai mukaveledir. Bir dil, muayyen bir topluluğun, müşterek olarak aynı manayı verdiği, aynı tarzda telaffuz ettiği ve yazdığı binlerce kelimeden mürekkeptir. Bu bakımdan yazı ile ses arasında büyük bir fark yoktur. “Ağaç” kelimesini “buğaç” veya “tukaç” diye yazarsam kimse bundan bir şey anlamaz. Yazı, telaffuzun başka işaretler sistemine naklinden ibarettir.
Her dil öğrenim yoluyla nesilden nesile geçer. Çocuk, dili, ilkin aile çevresinde, sonra okulda ve hayatta öğrenir. Kültürü arttıkça kullandığı dil malzemesi, kelime ve cümlelerin sayısı da artar. Hiç kimse bir dilde mevcut bütün kelimeleri bilmez ve kullanmaz. Medeniyetçe yükselmiş cemiyetlerde müşterek dilden ayrı, yalnız bir mesleğe mensup olanların tasarrufunda, sayısı oldukça kabarık “meslek lügati” vardır. Bu iş bölümü ve ihtisasın tabii bir neticesidir. Doktorların, mühendislerin, avukatların kullandıkları tabirleri anlamak için, tıpkı ana dili öğrenir gibi, o sahada da çalışmak ve bir itiyada sahip olmak lazımdır. Biz yabancı dilleri de böyle öğreniriz. Bir insanın anladığı ve kullandığı kelime kadrosu, içinde bulunduğu çevreye ve kültür seviyesine göre değişir. Köylünün bildiği ot isimlerini, balıkçının tanıdığı balık isimlerini, şehirli bilemeyeceği gibi, bir şehirlinin hayatta her gün kullandığı eşyaların adlarını da köylü veya balıkçı bilmez.
Müşterek dil, müşterek kültür ve medeniyetin mahsulüdür. İçinde yaşanılan kültür ve medeniyet çevresi, bir dilde kullanılan kelimelerin kadrosunu tayin eder. Bundan dolayı fert gibi cemiyetin de kültür ve medeniyet seviyesini, anladığı ve kullandığı kelimelerin cins ve sayısından çıkarmak mümkündür. Çünkü hayat dile akseder.
Dilin insan hayatındaki başlıca rolü, bilgiyi başkalarına nakletmek, böylece bir anlaşmaya varmaktır. Çocuk, öğrendiği itiyatlar ve dil sayesinde ailesinin bir uzvu haline gelir. Okulda, sokakta öğrendiği kelimeler ve bilgileriyle aile çevresini aşarak geniş kültür ve cemiyet hayatının içine girer.
Dil sayesinde bir milletin yüzyıllar boyunca edindiği bilgi nesilden nesile aktarılır. Konuşma dili, tabirleri, atasözleri, nükteleri, teşbih ve istiareleri ile şifahi bir kültür hazinesidir. Bundan dolayı okuma yazma bilmeyen insanlar dahi sadece konuşma dilinin içinde taşıdığı kültür sayesinde muayyen bir seviyeye ulaşırlar. Okuma yazma bilmeyen Türk halkının bir sağduyuya, bir hayat görüşüne sahip olması konuşma dilinin zenginliğinden ileri gelir.
Fakat yazı dili ve onun mahsulü olan kitap, şifahi kültürden çok daha zengin ve emin bir kaynaktır. Kitap okuyan bir insanın bilgisi kadar, konuşması da başka türlü olur. Kitap okuyanlar, kitaptan hayata bir sürü kelime naklederler. Bir memlekette kitap kültürü ne kadar zenginse günlük konuşma da o kadar zengin olur. İlim adamı köylü gibi konuşmaz ve düşünmez. Onun dili ve kafası okuduğu kitaplara göre şekillenmiştir. Bu bakımdan sadece şifahi kültüre sahip olanlarla kitap kültürüne sahip olanlar arasında, konuşma tarzında da kendini gösteren bir hayat görüşü farkı belirir.
Her kelime maddi veya manevi, müşahhas veya mücerret muayyen bir şey gösterdiğine göre, çok kelime bilenin çok şey bilmesi gayet tabiidir. Çok şey bilmek ise insan hayatında üstünlük sağlar. Fakat sadece kelimeleri bilmek kâfi değildir. Mühim olan, kelimelerin gösterdikleri nesneyi ve bunlar arasındaki münasebetleri bilmektir. Mesela bir lügati ezberleyen kimse bu suretle pek çok şeyin adını öğrenir. Fakat bu yoldan kültürlü bir adam olmasına imkân yoktur.
Dil, eşyadan ayrı, kendi içinde bir âlem teşkil ettiği için, eşyaya gidilmezse sadece kelimelere dayanan sathi bir kültür vücuda gelir ki skolastik denilen şey işte budur. Kelimelerin neye tekabül ettiğini bilmek ilk merhaleyi teşkil eder. Asıl kültür ve ilim, kelimelerin gösterdiği şeyleri ve onlar arasındaki münasebetleri bilmekle başlar. Fakat bir şeyi iyi bilen, ekseriye o şeyi anlatan kelimeyi de bilir. Buna karşılık bir kelimeyi bilip de, anlattığı şeyi bilmeyen pek çok insan vardır. Bundan dolayı, dil kültüre tekabül eder, sözünü yüzde yüz gerçek saymamalı, eşya bilgisine daha fazla ehemmiyet vermelidir. Çünkü mühim olan eşyadır.
Prof.Dr. Mehmet Kaplan