C.Aytmatov_ile_soylesi
KOMPOZİSYON
CENGİZ
AYTMATOV İLE DİL VE EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ
PARLATIR:
Sayın Aytmatov, söyleşimize önce “dil” diyerek girelim istiyorum. Dile bakış
açınız nedir?
AYTMATOV: Dil sorununu tek başına ele almak mümkün değil.
Her iki halkın sahip olduğu önemli değerleri vardır. Biri yaşadığı toprağı;
ikincisi dili. Fakat dil, önde gelir. Şöyle ki, bazı halklar topraklarından
sürülmüş; yerini yurdunu kaybetmiş olabilir. Nitekim, Stalin zamanında bu oldu.
Fakat, bu halk dilini kaybetmedi. Eğer dilini de kaybetmişse bir halk, asimile
olmuş demektir. Stalin zamanında biz bunu da yaşadık. Ancak, biz bunun için de
mücadele verdik; yani kendi dilimizi, kendi kimliğimizi korumak için mücadele
ettik. Bu mücadeleden maksat karşılıklı savaş değil; fikirlerimizle,
yazılarımızla haklılığımızı ispat etmektir; fikir hayatımızı geliştirmektir.
Dünya halkları, etnik ve lenguistik açıdan ayrı özelliklere sahiptir.
PARLATIR:
Cengiz Bey, siz Türk lehçelerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Türk diline nasıl
bakıyorsunuz?
AYTMATOV: Bu konuya iki açıdan bakmak lâzım. Önce bütün
olarak, yani Kırgızca, Özbekçe, Türkmence, Kazakça, Azerice vb. hepsi Türk
dilidir. Etnik derecede ise kendi dil yapısını sürdürenler olmuş. Bu açıdan
onlara ayrı bir dil gibi bakmak lâzım. Ben bu sorunu çok düşünürüm. Türk dillerinin
hepsinin üstünde bir ortak edebî dil yaratmak lâzım. Örneğin, Araplara bakalım.
Edebî dil olarak Arapça, değişik milletlerce ortak bir özelliğe sahip; ancak
Suudî Arapçası, Mısır Arapçası, Libya Arapçası vb. kendi lehçesini kullanıyor.
PARLATIR:
Efendim, bu “ortak dil” veya “edebî dil” konusunu biraz açalım, o konuda
konuşalım. Nasıl bir ortak dil düşünüyorsunuz?
AYTMATOV: Aslında bu sübjektif bir konudur. Üç beş kişinin
bir araya gelmesi ile halledilecek bir konu değildir. Objektif açıdan bakar isek
tarihî gelişimi göz önünde tutmak gerekir. Geçmişte ayrılan bu halklar şimdi
bir araya gelme imkânına sahip oldu. Yavaş yavaş bu ortak edebî dili işlemek,
yaratmak da gerçekleşecek. Bu konuda çalışmalar yapmak gerekir. Bunu
gerçekleştirmek için de her cumhuriyette birlikler oluşturmak gerekir herhâlde.
Her birlik, değişik cumhuriyetlerdeki dilleri karşılaştırmalı olarak
incelemeli. Aralarındaki farklılıklar uzmanlarca tespit edilerek bunlar ilkokul
çağından başlayarak yeni kuşaklara, gençlere öğretilmelidir. Ayrıca sizin
derginiz (Türk Dili Dergisi) gibi dergiler de birbirlerine yardımcı olmalıdır.
Gazetelerin, televizyonun rolünü de unutmamak gerekir.
PARLATIR:
Şimdi, burada ister istemez söz, alfabe konusuna geliyor, sanırım. Siz, bu
konuda ne düşünüyorsunuz? Yani, ortak alfabe konusuna nasıl bakıyorsunuz?
AYTMATOV: Alfabenin bir olması şart; ancak, yalnızca
alfabenin değişmesi yetmez. Terimlerin ortak kalması gerekir. Okullarda
eğitimin ele alınması gerekir. Her bir cumhuriyette eğitim sistemi çok farklı.
PARLATIR:
Cengiz Bey, Sovyet Türkolojisi dergisinde Türk dilinin durumunu
değerlendirmişsiniz. Biraz da bu konudan söz edelim. Türk dilinin dünya dilleri
arasındaki yerini nasıl görüyorsunuz?
AYTMATOV: Evet, ben Türkolog değilim. Ancak bilim adamları; yani
dilciler, tarihçiler, etnologlar, sosyologlar vb. ayrı ayrı bilimsel çalışmalar
yapmalı, ortak eserleri ortaya koymalıdır. Bu değerleri de yazarlar, edebî
eserlerde kullanmalı, ortak dili kullanmak yoluyla halka ulaşılmalıdır.
PARLATIR:
Şimdi, sorumuzun ikinci bölümüne geçelim: Türk dilinin, dünya dilleri
arasındaki yeri...
AYTMATOV: Şimdi Türk dili, eski Sovyetler Birliği’nde Slav
dillerinden sonra ikinci sırada geliyordu. Fakat, bizim dilimiz bilim ve
teknoloji alanında iyi işlenmemiş idi. Yani, geri durumdadır. Dilimizi bu
yönden işlememiz, geliştirmemiz gerekir. Şimdi, buna imkân doğdu. Yapılması
gerekenleri iyi ele almak gerekir. Çağın gelişmelerini dilimize kazandırmak
zorundayız. Nitekim, yukarıda ortak edebî dilden söz ettik. O ortak dile doğru gitmemiz
gerekir. Türk dilinin dünya dilleri arasındaki yeri ise İngilizce, İspanyolca,
Fransızca, Almanca gibi dillerden sonra geliyor herhâlde. Fakat, bana göre çok
konuşulmaktan öte dili iyi işlemek önemli.
Her bir dilin felsefesi olmalı. Bu felsefe geçmişle
yetinmemeli, geleceğe de yönelmeli. Çağımız bilgisayar çağı. Ben Japonya’ya
gitmiştim. 150 milyonluk Japonya, bu bilgisayar teknolojisini kendi diline
başarıyla uygulamış; çok iyi programlamış. Bu teknolojiyi, ilkokuldan
başlayarak uygulamak gerekir.
PARLATIR:
Şimdi biraz da edebiyattan, romandan konuşalım. dil konusunda yapılan bu
değerlendirmeler ile roman sanatı arasında bir bağ kurmaya çalışalım. Evet,
önce roman...
AYTMATOV: Roman üzerinde pek çok değerlendirmeler yapılmış;
eski zamanlarda destanlar, efsaneler vardı. Şimdi, bu destanlar eski zamanların
anıt eserleridir. Gelecekte de belki bugünün romanlarına böyle anıt eser gibi
bakılacak. Yani roman, sanat eserleri içinde en yüksek değere sahip bir türdür.
Çünkü, roman insanoğlunun hayatının çok yönlü göstergesidir. Bu yazgısı ile
roman, uzun süre sanat özelliğini koruyarak yaşayacaktır.
PARLATIR:
Peki, Cengiz Bey, siz bunun için mi romanı tercih ediyorsunuz? Çünkü şiire,
tiyatroya pek itibar etmediniz, bu türlerle fazla uğraşmadınız galiba? Hep roman,
roman, roman.
AYTMATOV: Yoo.. sadece bundan değil.... Ben de şiir yazmak
isterdim, fakat yazamadım.
PARLATIR:
Yani, şiiri şairlere bıraktınız.
AYTMATOV: Evet... Aslında sinemayı da, tiyatroyu da kendime
yakın buluyorum. Fakat, hepsine birden vakit ayıramıyorum. Romanın dışında
ötekilerine vakit ayıramıyorum. Ayrıca, bakın bir de televizyon çıktı şimdi.
Televizyon sanki edebiyatın görevini üstlenmiş gibi. Yani edebiyat, televizyon
kasetlerine girecek. Belki de kitabın yerini kaset alacak. Bu durum dünya
kültürü için büyük tehlike oluşturuyor. Biz, kitabı korumalıyız. Çünkü kitap,
dünya kültürünün temelidir.
PARLATIR:
Cengiz Bey, gerçekten çok güzel romanlar kaleme alıyorsunuz ve dünya
edebiyatında sevilerek okunuyorsunuz. Peki, bu konuyu, bu coşkuyu nereden
alıyorsunuz; ilham kaynaklarınız nelerdir?
AYTMATOV: Bunu anlatmak çok zor. Her insanın içinden gelen
bir şeyleri vardır. Biri tablo yapıyor, biri müziği yapıyor, biri kitap
yazıyor. Bu insanın iç dünyasına bağlı bir durumdur. Konular ise değişken olabiliyor.
Bazen uzun uzun düşünüyorsunuz bir konuyu; fakat, bazen bir anlık bir olay da
roman konusu olabiliyor. Meselâ, dün akşam biz burada sohbet ederken Mevlevî
dervişlerinin niçin döndüklerinden konuştuk. Onu düşünüyorum. Sonra tasavvuftan
konuştuk. Onu düşünüyorum. İnsanın hayatını düşünüyorum...
PARLATIR:
Türk edebiyatının dünya edebiyatındaki yeri konusunda ne düşünüyorsunuz? Türk
yazarlarının bu yoldaki katkısı ne durumda veya ne ölçüdedir?
AYTMATOV: Evet, bu yolda büyük yazarlar var. Örneğin, Yaşar
Kemal. Fakat, Batı basını ve eleştirmenleri Yaşar Kemal gibi güçlü yazarları
tanıtacakları yerde kendi yazarları lehinde yazılar yazıyorlar. O Batılı
yazarlardan bizim neyimiz eksik... Ayrıca, belki biz psikolojik analiz yapma
konusunda kendimizi yetiştirmiş değiliz. Belki biz bugünün aktüel sorunlarını
anlamıyoruz. Şimdi, eski Sovyetler’deki gelenekçi yazarlar şaşırmış durumdalar.
Kâbus dolu kitaplar yazıyorlar. Bunu kendilerine sorduğumda, insan insanın
düşmanı, insan insana zulüm eder, diye cevap veriyorlar ve bunu da doğru diye
savunuyorlar. Üstelik bunu savunanların çoğu da eleştirmen. Şimdi bir örnek
verelim: Örneğin, 40 yaşında bir adam 11 yaşında bir kız çocuğunu arabasına
alır, onu gezdirir ve onunla ilişki kurar. O tip yazarlar bunu alıp psikolojik
bir olay olarak işliyorlar. Aradan yıllar geçer, adam Avustralya’ya gider ve
döner. Genç kız da büyümüştür. Adam bu genç kıza telefon eder ve yıllar önce
beraber oluşlarını hatırlatmak ister. Genç kız ona, “bende senin gibiler
çoktur.” der ve onu reddeder. Fakat, genç kız, bu olaydan sonra bir bara gider,
viski içer ve geçmişi düşünmeye koyulur. Sonunda, kendi kendine “Benim en güzel
yılım 11 yaşındaki günlerim.” der. Şimdi, bu tür bir konuyu işleyen romana
Amerika’da en büyük eser gözüyle bakılıyor. Yani, kritikçiler, eleştirmenler
bunu yapıyor. Bir eleştirmen, isterse sıradan bir romanı en büyük bir eser
olarak ortaya koyabiliyor.
PARLATIR:
Burada eleştirmenlerin egoizmini mi dile getirmek istiyorsunuz? Yani, onların
birtakım hesaplar peşinde koştuğunu mu söylemek istiyorsunuz?
AYTMATOV: Aşağı yukarı öyle!... Bu tip yazarlar Türkiye’de
yok mu? Neyse, şimdi size sorayım, yukarıda anlattığım roman konusu size ilginç
geliyor mu?
PARLATIR:
Roman konusu olarak bakarsak olabilir. Ancak, burada sanatçının bakış açısı,
konuyu işleyişi ve şahısların psikolojik dünyasını, hatta psikolojik
çatışmalarını yansıtması bana göre önemli bir kriterdir. Eğer sanatçı, bu
kriterleri iyi kullanmışsa, roman kurgusunu çekici bir yapıya kavuşturmuşsa
niye olmasın...
AYTMATOV: Doğru, insanın beyninde ne var? Ahmak da var, zeki
de var!... İnsan hayatının bin yılda bulduğu normlar var. Baba, çocuk,
akrabalık, insanlık, temizlik, dürüstlük, din duygusu! Meselâ, din: İnsanoğlunun
hayatını düzenleyen vazgeçilmez bir değerdir. Fakat, bazı insanlar dini kendi
çıkarları için de kullandı. Ancak, dinin özü insanı insan yapmaya yönelikti.
Din; medeniyettir, kültürdür. Ayrıca, insanı eğiten başka değerler de var.
Dinin yanında felsefe de var, edebiyat da var, kritikler de var, sanatlar da
var, pek çok değer var. Yani, bütün bunların amacı, insanı insan yapmaktır. Ne
var ki, bununla da bitmiyor. İnsan daima geleceğe yöneliyor. Sonsuz geleceğe
yüzünü çeviriyor. Bence edebiyatın temel görevi şudur: Hem günlük hayatı, hem
geleceği, hem de hayatın felsefesini işlemektir.
PARLATIR:
Sanırım, bu sizin roman sanatına bakış açınızı gösteriyor. Peki, bu ölçüler
çerçevesinde hayattan edindiğiniz verileri roman sanatında nasıl
değerlendirirsiniz? Söz gelişi, bu bakış açısı doğrultusunda bir tip yaratma
veya bir tip arama kaygısı çeker misiniz?
AYTMATOV: Evet, ben bunu düşünüyorum. Fakat, her zaman da
şart değil. Meselâ, ben çobanın hayatını yazarım. Çoban neyi düşünür, hayvanın
yiyeceğini, çocuklarının geçimini düşünür. Basit hayatını düşünür. Fakat,
yazar; ondan sonrasını da düşünür. Yazar, o çobanın hayatının felsefesini
yapar. Yani, hem çobanı anlatır yazar; hem de kendi özündeki duyguları aktarır.
Ben, çobanın basit hayatından çok onun dünyası ile ilgilenirim, insanlıktan
nasibini aldı mı, onu düşünürüm. Bir başka açıdan, bu çoban âciz bir kişi mi,
yoksa iyi bir adam mı? O kendisinin bu özelliklerini bilir mi bilmez mi? Buna
benzer hayatta pek çok örnek var. Sözgelişi, bir katil. Hiç düşünür mü niye katil
olduğunu? Özünce ne diyor? Fakat, kimse bilmese de bir süre geçince vicdanı
elvermiyor ve yaptığı işi itiraf ediyor. Eh, bazıları da ölünceye kadar bu
sırrı saklayabiliyor. Şimdi, bunlar nasıl bir tip? İşte edebiyat bunları
işlemeli. Bunlar nasıl bir insan? Hikâye ile, tiyatro ile, roman ile bu tür
insanı işlemek, hem de bu tür insan psikolojisini tahlil etmek gerekir.
Kısacası, insanın her gün binlerce sorunu olabiliyor. Onlardan bir veya
birkaçını yakalamak gerekiyor.
PARLATIR:
Bununla romanlarınızda insan psikolojisine önem verdiğinizi gösteriyorsunuz.
AYTMATOV: Elbette, o var; fakat, eserlerime siz bakınız,
bunlar ne ölçüde var!...
PARLATIR:
Cengiz Bey, bir başka konuya geçiyorum. Romanlarınızı kaleme alırken
gözlemlerinizin ağırlığını biliyoruz. Daha doğrusu, siz söylediniz. Ancak,
olaylar zincirini geliştirirken hep tasarladığınız olayları mı, yoksa yazarken
bir anlık içinize doğuveren olayları mı ardı ardına sıralarsınız?
AYTMATOV: Güzel bir soru... Evet, gözlem var. Romanın sonunu
önceden kestiriyorum. Fakat başlamak zor. Sona uygun bir başlangıç yapmayı
amaçlarım. Bu da beni çok uğraştırır. Romana girerken tekrar tekrar yazdığım ve
beğenmediğim girişler olmuştur. On defa, yüz defa yazdıklarım olmuş,
beğenmemişimdir. Onu ben kendi özümde yakalamaya çalışırım. Yakaladığım anda da
gelişmeye geçerim. Ondan sonra da roman akar gider. İşte, o akış içinde içime
doğan yeni olaylar da vak’aya karışıverir.
PARLATIR:
Bir de şunu öğrenmek isterim, Cengiz Bey. Dünya edebiyatına bakışınız nasıl?
Özellikle roman sanatı açısından...
AYTMATOV: Şüphesiz, romancılık büyük bir seviyeye geldi.
Örneğin, Güney Amerika’da Kolombiya, Meksika, Peru gibi yerlerde romanın yeni
tipi, Kuzey Amerika’da ise kendi hayatına göre bir roman anlayışı doğdu.
Bunların edebiyatları da farklı. Avrupa’da ise siyasî ve ekonomik çözülmeler ve
dağılmalar korkunç romanları yaratacak herhâlde.
PARLATIR:
Yani, her değişim, bir başka sorunu beraberinde getiriyor ve bu romana yansıyor
diyorsunuz?
AYTMATOV: Elbette, elbette... Biz sosyalizmi terk ettik;
bütün sorunlar halloldu diye düşünüyorduk. Oysa, tam tersi oldu; sorunlar
büsbütün arttı!..
PARLATIR:
O hâlde romanlar da çoğalacak!.. Dileyelim, “Gün Uzar Yüzyıl Olur” benzeri
romanlar sizin kaleminizden çıksın ve dünya edebiyatında da yeni yeni yankılar
uyandırsın..
(Türk Dili, no. 487, Temmuz 1992)