Edebiyat Memuru - ...:: TÜRK DİLİ ::... Dil Bilgisi, Kompozisyon Konuları ve Sunuları, Kaynaklar

İçeriğe git

Edebiyat Memuru

E-KÜTÜPHANE
EDEBİYAT MEMURU
Rıfat ILGAZ
Boğazlıyan’da iki ay öğretmenlik yaptıktan sonra, hastalanmış, sanatoryuma dönüyordum. Ankara’dan aktarma olacaktım. Ankara İstasyonu’na iner inmez hemen toplantı yerlerimize koştum, ancak Fahir’i bulabilmiştim. Ona trenin kalkış saatini söyleyip izin istedim, Kırşehir Hanı’ndaki arkadaşlara da uğradım. İstasyona döndüğümde tren kalkmak üzereydi. Üçüncü mevkideki yerime geçerken Fahir’e rastladım. “Neye zahmet edip geldin!” demeye vakit kalmadan bir iki arkadaşıyla Orhan Veli de göründü. İlk aklıma gelen Fahir’in onları toplayıp beni geçirmek için istasyona getirmesi olmuştu. Hiç hoşlanmadığım şeylerden biri hastahanede yatakta ziyaret edilmekse, ikincisi de uğurlanmaktır! Ezilip büzülürken Orhan, uzattı dostlukla elini:
“Ooo Rıfat, nerden böyle! İstanbul’a mı?”
“İstanbul’a!” dedim, biraz da şaşırarak:
“Bu trenle mi?”
“Bu trenle!”
“Ben de gidiyorum!”
“Öyle mi! Çok güzel!”
Oh! Rahatlamıştım. Demek ki Fahir de Orhan için gelmişti, Orhan’ı uğurlamak için...
“Bana müsaade!” dedim. “Yerim numaralı değil! Pencere önünde bir yer kapatayım!”
Orhan Veli:
“Bulurum içeride seni!” dedi.
Ellerini sıkıp girdim, üçüncü mevki kompartımanlardan birine. Pencerenin önünde bir yer buldum. Baktım karşımda ak saçlı, o dönemde saç bırakmak moda olmadığı için çok saçlı diyebileceğim ve üçüncü mevki yolculuğa hiç yakışmayacak kadar iyi giyimli bir yolcu... Bir bakışta tanıdım, şair Salih Zeki Aktay! Persefon adlı kitabından ötürü “Persefon Şairi” de derler...
O da, karşısına geçip oturan hasta yüzlü kişiye baktı, sanıyorum “konuşulabilir kişi...” diye raporunu vermiş olacak ki ben de, oturur oturmaz da hemen işe başladı. Onun için önemli sorun nerede ineceğimdi. Birini peylemişken, hemen elinden kaçırmak istemiyordu. İstanbul’a kadar dinletebileceğini anladıktan sonra daha da rahatlamıştı.
Yoldan, yolculuktan başlayarak konuyu sanata, edebiyata götürüp bağladı. Benim kim olduğumu, mesleğimi öğrenmeye gerek görmeden öğretmenlere verip veriştiriyordu. Ben, Türkçe, edebiyat öğretmeni olarak, herhâlde üstadın zoru matematik öğretmenlerindendir diye sabırla dinlerken konu darala darala edebiyat öğretmenliğinde çakıldı kaldı. Meğer üstadın zoru, sadece edebiyat öğretmenlerindenmiş.
“Hiç okumazlar efendim!” diye başladı. “Ellerinde bir kitap göremezsiniz. Nasıl edebiyat öğretmeni olurmuş bunlar okumadan! Ne şiirden anlarlar, ne şairden... Postadan bir dergi, bir kitap beklemezler, boyuna aybaşını beklerler. Memurdur bunlar efendim, edebiyat memuru!..”
Tam bu sırada Orhan Veli, kompartımanın kapısında göründü. Bakışlarıyla beni arıyordu. Elimi kaldırınca geldi, yanımdaki boş yere oturdu. Elinde bir rakı şişesi vardı. İstasyonda, geçirmeye gelen arkadaşları yolluk olarak getirmiş olacaklardı. Başka, ne çanta, ne de bir paket... Bana gelene kadar onu da yarı etmişti.
Salih Zeki, konuşmasına ket veren bu delikanlıdan pek hoşlanmışa benzemiyordu. Benim Boğazlayan’a atanmamda önemli rolü olan, yakın arkadaşı Nahit Hanım’dan konuştuk bir süre Orhan’la... Ankara’daki ortak dostlardan söz ettik. Üstat bana küsmüş, somurtmuştu. Orhan, kaşıyla gözüyle soruyordu: “Nerden buldun üstadı?” diye.
Ben de aynı dille yanıtlıyordum:
“Kendi gelmiş! Burada karşılaştık!” gibilerden.
“İyisin İstanbul’a kadar! Hadiii!...”
“Eh, ne yapalım! Yolculuk bu!” Birden toparlandı Orhan, şişesinden bir yudum aldıktan sonra:
“Ben şöyle bir dolaşayım!” diye kalktı. “Restoran’a bir bakayım! Uğrarım!”
Arkasından bir süre bakan üstat, konuşmasını altüst ettiği için biraz da öfkeyle:
“Kim bu genç?” dedi.
“Orhan Veli!” dedim kısaca.
“Yani..” dedi, “ne iş yapar?..”
“Şiir yazar..” dedim, “şair!”
Bir süre düşündü. Duymamış olamazdı Orhan Veli’yi... Benim altı yedi yaşındaki oğlum tanımıştı resimden, Orhan amcasını!
Sustu bir süre, bıraktığı yerden başlamak için epey zorluk çekti. Yorulunca konuşmanın aralık kalan bir yerinden ben de girdim. Kendisiyle ilgili konulara geçtim, biraz da Cemal Bey’in yayımladığı Yeni Mecmua’da o günlerde çıkan bir şiirinin üzerinde durdum.
“Pekiii” dedi, “siz ne iştesiniz? Vazifeniz?”
“Boğazlıyan’da öğretmenim!” dedim. “Memur... Yani, edebiyat memuru!”
2013-2025 © Türk Dili - Doç. Dr. Ahmet KAYASANDIK
Facebook'ta paylaş
İçeriğe dön