Küçük Ağa - ...:: TÜRK DİLİ ::... Dil Bilgisi, Kompozisyon Konuları ve Sunuları, Kaynaklar

İçeriğe git

Küçük Ağa

KOMPOZİSYON

KÜÇÜK AĞA VE KÜÇÜK AĞA ANKARADA


Yazan: TARIK BUĞRA
BAŞLICA ŞAHISLAR
İstanbullu Hoca: Asıl adı Mehmet Reşit. Çok ciddî bir medrese tahsili görmüş, genç, bilgili, imanlı ve cesur... Sonradan “Küçük Ağa” olur.
Millî Mücadele
yi kazandıran unsurların birisini, din adamlarını temsil eder. Derin ve canlı bir tip.
Salih: Vücudunun yarısını Yemen
de bırakmış. Onun için Çolak diyorlar. O da mert ve gözünü budaktan esirgemez bir insan. Zor karar verir, ama verdiği karardan dönmez. Sonradan Küçük Ağanın en yakını.
Ali Emmi: Bir toprak adamı. Bütün benzerleri gibi toprağın sabır ve sükûnunu içine sindirmiş bir Akşehir köylüsü. Romanda Millî Mücadele
nin “millet” unsurunu temsil eder.
Ağır Ceza Reisi: Sağlam bir şahsiyeti var. Çünkü doğru yolu bulmuş. Onun için sade, alçak gönüllü, dürüst. Ama gerektiği zaman inatçı ve yırtıcı.
Gönülsüzlerin Haydar Bey, Topbaşların Halis, Yüzbaşı Hamdi, Yüzbaşı Nazmi, Küçük Hacı: Hepsi de Millî Mücadele
nin isimsiz yiğitleri.
Özet
Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devletinin mağlûbiyetiyle bitmiş, ordu dağıtılmıştır. Başşehir İstanbul dâhil, memleketin bütün önemli merkezleri işgal altındadır. Daha kötüsü, devlet ile milletin bağları kopmuş, Devleti yönetenler ne yapacaklarını bilmedikleri gibi, millet de nasıl bir yol tutacağını bilemez durumdadır. Akşehir, bütün köyler, kasabalar ve şehirlerden bir birim, bir kesittir. Orada cereyan edenler, aşağı yukarı bütün yurtta olup bitenlerdir.
1919 yılı baharında Akşehir, bütün bir dünya savaşı boyunca çeşitli cephelere dağılmış evlâtlarından geriye kalabilenleri toplamaktadır. Bir enkazdır Akşehir... Her ev birinin yolunu gözlemektedir. Ama onlar, nasıl, ne şekilde, hangi keder ve ruhla döneceklerdir. Geceleri bir mezar sessizliğine bürünen yaslı Akşehir
de Gavur Mahallesindeki Yorgonun, Minasın meyhanelerinden gelen kahkahalar, naralar, şarkı, gitar ve ud sesleri bu sessizği delik deşik eder.
İlk gelenlerden birisi Salih
tir. O, Arabistan cephesinden geliyor. Sağ kolunu, sağ kulağını ve sağ yanağını orada bırakmıştır.
Trenden inip evine yönelince bir türkünün iki mısraı gelip geçer içinden:  
Giden gelmiyor
Acep nedendir?
Salih
e göre keşke gelmek olmasaydı, böyle yarım gelmektense...
Onu ilk karşılayan çocukluk arkadaşı Niko
dur. Savaşla birlikte diğer Rum ve Ermeniler gibi Niko da değişmiş, Osmanlı değil, Rum olduğunun şuuruna varmış ve tam bir ihanet olan dâvasının adamı olmuştur. Salihe yakınlık hatta, dostluk gösterir. Maksadı onu kendisine bağlamak, çocukluk ve ilk gençlik yıllarında hep kendisinden üstün olan Salihi ezip böylece ondan intikam almaktır
Salih
i giydirir, kuşatır. Her gece Nikonun babasının meyhanesine giderler, sabahlara kadar içerler. O, çökmüş psikolojisinin, yarım kalmış vücudunun tesellisini bu kökünden kopmakta, inkarda ve arsızlıkta bulmuştur. Köylülerin gözünde o, tiksinilen bir soysuzdur. Salihi cepheden o perişan haliyle dönmüş gören anası, onun şimdiki durumuna daha çok üzülmektedir.
Bugünlerde İstanbullu Hoca çıkagelir. İstanbul
un İngilizlerle işbirliği yapan politikacıları onu, Kuvva-yı Millîye çalışmalarını önlesin diye Akşehire göndermişlerdir. İstanbullu Hoca, Başşehirdeki entrikalardan habersiz olduğu için sırf padişaha bağlılığı yüzünden var gücüyle çalışır. Bilgisi, güzelliği, cesareti, sağlam mantığı ve tatlı sesiyle son derece tesirli olmaktadır. Ankara ve Kuvvacılar onu kazanmak için her yola başvururlar. Fakat kararından dönmeyen Hoca için sonunda “vur emri” çıkarılır.
Bu arada Salih, bir gece, sessizce gittiği Rumların meyhanesinde bir toplantıya ve bu toplantıda konuşulanlara şahit olur. Rumlar Pontus devletini kurmak için seferberliğe girişmişlerdir. Elebaşıları bir papaz, en ateşli gönüllü de Niko
dur. Salih, sadece düşmanla değil, bunlarla da harp hâlinde olduğumuzu öğrenir. İçini büyük bir hırs kaplar. Acizliğini yenmek için her gün sol eliyle tabanca talimleri yapar. Sonunda sol elini, kaybettiği sağ elinden daha iyi kullanır hale gelir. Kuvvacılara katılır. Ona önce ufak tefek ayak işleri verirler. Çolaklığı, düzenli ordu halini almaya başlayan Kuvvacılar arasına girmesine engeldir. Bunu öğrenince İstanbullu Hocaya katılmak için kumandanlardan izin alır.
İstanbullu Hoca, çok genç ve güzel bir kızla, Emine
yle evlenmiştir. İlk çocuğunu beklemektedir. Kendisini sevenler, hakkındaki “vur emri”ni duyurur ve Hocayı kaçmaya zorlarlar. İstanbullu Hoca bir şafak vakti, genç karısını doğum döşeğinde bırakarak gider. Çakırsaraylı çetesine katılır. O, artık İstanbullu Hoca değil, Küçük Ağadır. Sakalını kesmiş, sarığını, cübbesini çıkarmıştır. Küçük Ağanın, İstanbullu Hoca olduğunu pek az kimse bilmektedir. Bunlardan birisi de Salihtir. Salih, Küçük Ağaya son derece bağlıdır. Onu bulur, maksadı onun Kuvvacılar tarafında yer almasını sağlamaktır. Çakırsaraylıdan ayrılarak tek başına bir çete kuran Küçük Ağa, Salihin de yardımıyla tereddütlerden kurtulmuş, Kuvvacıların fikirlerini ve yolunu benimsemiştir. Herkes İstanbullu Hocanın, İstanbula kaçtığını sandığı günlerde o, Salih ve diğer arkadaşlarıyla Çerkez Ethem kuvvetlerine katılır. Çerkez Ethemle Garp Cephesi Kumandanlığının arası açıktır. Küçük Ağa, Çerkez Ethem ve kardeşi Tevfik Beyin güvenini kazanmıştır ama, o Ankaraya bağlıdır. Hile yapar, tuzaklar kurar, bu iki kardeşin yeni kurulmakta olan orduyu ve devleti çökertmesini engeller.
Bu arada Tevfik Bey
den izin alarak, Çolak Salihi Akşehire gönderir. Aslında Salih, Alayunta giderek durumu, Çerkez Ethem ve kardeşinin niyetini Kuvvacıların önde gelenlerinden Haydar Beye bildirecekti. Sonra da Akşehire gidip Emineden ve Küçük Ağanın daha yüzünü görmediği oğlu Mehmetten haber getirecekti.
Küçük Ağa Ankara
da romanı Salihin Akşehire gelişiyle başlıyor.
Salih, şubat ortasında Akşehir
e gelir. Kuvvacıların Akşehirdeki belkemiği, o alçakgönüllü, kararlı, hoşgörülü; bütün bunlardan dolayı da o hareketin en faydalı adamı, Ali Emmi ağır hastadır. Salihi kahvede saygıya yakın bir sevgi ile karşılarlar.
İkindi üzeri Reis Bey ile Küçük Hacı, Ali Emmi
yi ziyarete gitmişlerdir. Salih, sırrını onlara açıklar. Bütün Akşehirin İstanbula kaçtı sonra da öldü sandığı İstanbullu Hoca hayattadır. Adını ve fikrini değiştirmiş, Kuvva-yı Millîyenin en fedakâr gönüllülerinden Küçük Ağa olmuştur.
Emine
ye gelince, o, uzun geceler boyu, yapayalnız, genç ve güzel kocasını beklemiştir. Babasının yüzünü bir kere bile görmediği küçük Mehmetle birlikte “gel babası geeel, gel” diye çağırmışlar, ama baba dönmemiştir. Onun vurulduğu haberi gelince de Emineyi yaşlı ve bezgin çarıkçı Hasana nikâhlamışlardır. Salih, işte bu gerçeği öğrenir ve kalmanın faydasızlığına inanarak kaçıp gider. O gittikten kısa bir süre sonra Ali Emmiyi toprağa verirler.
Ötede, Küçük Ağa, Tevfik Bey kadar ağabeysi Çerkez Ethem
in de güvenini ve takdirini kazanmıştır. Çerkez Ethem, Garp Cephesi Kumandanıyla aralarındaki geçimsizliği bir büyük ihanete götürmek üzeredir. Bütün kuvvetlerini toplayarak Kütahyaya geçecek, istekleri kabul edilmezse Ankaraya yürüyecektir. Durumun son derece kritik olduğunu gören Küçük Ağanın “Şeriatın mübah gördüğü harp hilesinin” en büyüğünü oynamaktan başka çaresi yoktur. Hem kendisi, hem davası, hem de millî zafer açısından son derece tehlikeli olan bu hile, Küçük Ağanın, dolayısıyla Millî Mücadelenin sonu olabilir. Küçük Ağa, büyük oyununu oynar. Çerkez Ethemin vuracağı darbeyi mümkün olduğu kadar zayıflatmak için onun askerlerini içinden böler. Çerkez Ethem kuvvetlerinin yarısı, Kütahya Komutanı İzzettin Beye teslim olur, Kuvvacıların tarafına geçerler. Böylece Küçük Ağanın ihanet saydığı oyun bozulmuş, zafer kurtulmuştur.
Küçük Ağa, bin atlısı ile önce Alayunt
a, sonra da Ankaraya gider. Doktor Haydar Bey, Küçük Ağayı Mehmet Akif ve Hasan Basri Beylere götürür. Onlarla karşılaşmak, Küçük Ağaya bütün davranışlarının ve hareketlerinin hatta bütün tereddütlerinin haklılığını öğretir. Küçük Ağa, nefsinden vatanı lehine feragat etmekle yanılmamıştır.
Günler geçer, peş peşe, Küçük Ağa Akşehir
e gidip gitmemek konusunda bir karar arefesindedir. Çolak Salihin ne kendisi gelir, ne de bir haber gönderir. Başka çaresi kalmayan Küçük Ağa, Akşehire, Mehmedine ve Emineye gitmeye karar verir. Ama daha Akşehire gelir gelmez karısıın bir başkasıyla evlendirildiğini öğrenir. Artık “İstanbullu Hoca” hüviyetini iyice saklamak zorundadır. Kendi oğluyla tanışır, arkadaşlık kurar. Mehmet de babası olduğunu bilmeden bu genç ve güzel adamı sevmektedir.
Uzun zamandır hasta olan Emine pırıl pırıl bir cuma sabahı Hakk
ın rahmetine kavuşur.
Emine
nin toprağa verildiği akşam, Küçük Ağa, Ankaraya hareket edecek, kuruluş ve kurtuluş günlerinin önde gelen insanı olacaktır. Ama devirler geçecek, hayranlıklar ve düşmanlıklar görecek, varlığı da yokluğu da bütün unsurları ile tadacaktır. Fakat o, saadeti sadece bir hâtıra olarak tanıyacaktır. Hüzün, onun saadetinin ikinci adıdır artık...
Değerlendirme
Küçük Ağa ve onun devamı olan Küçük Ağa Ankarada romanları Kurtuluş Savaşını anlatan romanlar arasında tek başına bir taraf teşkil eder. Çünkü diğer romanların bu meseleye bakışı devletin resmî görüşüne dayanır. Ankaranın görüşü ve değerlendirmesi bu romanlarda ana unsurdur ve büyük çoğunluğu zafer kazanıldıktan, herkes devlet içindeki yerini aldıktan sonra ortaya çıkan hükümleri esas alır. Demek oluyor ki Kurtuluş Savaşı zaferinin en büyük hissesini resmî görüşe yakın bir kısım aydın kendi aralarında paylaşmak istiyorlar. Halbuki aydının bu ölüm kalım cehennemindeki payı kadar milletin de hakkı vardır. Tarık Buğra, bize ateş hattını, cepheyi ve o cephenin Ali Emmi, İstanbullu Hoca, Haydar Bey, Çolak Salih gibi isimsiz kahramanlarını vermek istiyor. Küçük Ağa romanı, Millî Mücadeleye Akşehirden bakmaktadır. Yani gerçeğin diğer yarısını, Millî Mücadelenin en önemli unsuru olan milleti gösteriyor bize. Zaferin nasıl, kimlerle, hangi acılar ve fedakârlıklar pahasına kazanıldığını anlatıyor. Kısaca Küçük Ağa, diğer romanlardaki gibi, KurtuIuş Savaşının olup bitmiş hâlini değil, nasıl oluştuğunu dile getiriyor.
Bununla birlikte Küçük Ağa bir destan, bir menkıbe, bir tarih değil, kuruluşu, yapısı, üslûbu, tiplerinin derinliği ve bütün unsurlarıyla bir romandır. Gerçek, güzel ve büyük bir roman...
Kurtuluş Savaşımız altmış yıllık bir perspektiften bakıldığı zaman bir mucizeyi andırır. Çünkü hayatın kendisidir. Millî hayatımızın çetin bir dönemidir. Hâlbuki Küçük Ağa
da mucize yoktur. Çünkü sanat eserinde mucize olmaz. Tiplerin hepsi beşerîdir. Ve roman kahramanlarının birbiriyle ilişkileri, öfkeleri, dostlukları, keder ve sevinçleri hep insancadır. Hiçbirinde “Promete” olma arzu ve ihtirası yoktur. Bu romanda Kurtuluş Savaşı edebiyatının çok kullanılan malzemelerinden “saban demirinden süngü yapma, sırtında çocuğu ile cepheye cephane taşıma...” gibi basmakalıp kahramanlık unsurlarına da yer verilmemiştir. Harp tarihi söylüyor: Elbette bunlar yapılmıştır ve fedakârlıktır. Ama insanımız bugün de aynı zor şartlar altında yaşamakta devam ediyor. Birincinin en azından kutsallığı vardı. Şahsî bir karşılık ve çıkar beklemeden yapılıyordu. Ama Küçük Ağa romanı, asıl fedakârlığın ne olduğunu çok güzel ortaya koymuştur: Reis Bey, Ali Emmi, Gönülsüzlerin Haydar Bey gibi Kuvva taraftarlarının, o, insan olarak çok sevip saydıkları, hayranı oldukları, İstanbullu Hoca için “vur emri” çıkartmak ve vurdurtmak kararı, Salihdeki çocukluğunun o âsûde günlerinin iyi dostu Niko ile bir cephede karşı karşıya gelme arzusu, İstanbullu Hocanın genç ve güzel karısını, hele bir daha yüzünü göremeyeceği evlâdını bırakıp gidişi... Fedakârlık ise, işte fedakârlık budur. Yani dostluklardan, sevgi ve aşklardan, aileden, hayattan, şahsî çıkar ve rahattan yapılabilen fedakârlıktır o zaferin mayası ve sırrı... Ve bunu onlar sadece istedikleri için, gelenekleri, hayat felsefeleri bunu gerektirdiği için yaparlar.
Romandaki tez, aşağı yukarı bu şekilde yorumlanabilir.
Küçük Ağa romanı, her biri ayrı bir romanın kahramanı olabilecek kadar diri ve zengin şahsiyetli dört tip üzerine kurulmuştur.
Ali Emmi ve Ağır Ceza Reisi, roman boyunca değişmiyorlar. Onlar, yolunu ve dengesini bulmuş iki insandır. Bunda Ali Emmi
nin toprak adamı oluşunun tesiri vardır. Reis Bey ise, iyi bir tahsil ve terbiye görmüş, pratik, inandığı değerlerle içinde bulunduğu şartlar arasında âhenk kurmuştur. O bakımdan Reis Beyde de sosyal ve psikolojik bir çatışmaya rastlamıyoruz. Bununla birlikte davranışları, konuşmaları, ilişkileri o derece güzel ve tabiî anlatılmıştır ki bu iki tip romandaki canlılıklarından hiç bir şey kaybetmemişlerdir.
Ali Emmi, bütün saflığı, dürüstlüğü ve sağduyusu ile milletimizi, Reis Bey ise kararlılığı, inatçılığı, kültürü ve medenî cesareti ile iyi yetişmiş münevverleri temsil eder.
Diğer ikisi, Çolak Salih ile Küçük Ağa, Türk romanında benzerlerine rastlayamadığımız fevkalade iki tiptir. Hele Çolak Salih, insan ruhunun bütün uçurumlarını içinde taşıyan, son derece canlı bir kahramandır. İkisi de trajiktirler. İkisi de “seçme”nin, karar vermenin acısını duymuşlar, bütün bir milletin yeni bir devletle yeniden doğuşunun sancısını çekmişlerdir. İstanbullu Hoca
nın Küçük Ağa, Çolak Salihin tek kollu bir savaşçı olarak ortaya çıkışı bu yeniden doğuşun kutsallığını taşır. Kazanacak olanın kim olduğunu bilince taraf tutmak kolaydır. Ama Çolak Salih gibi Hoca da yüzlerce geçmiş yılın ve binlerce gelecek yılın muhasebesini bir anda yapacak ve doğruyu seçecekti. Bunu, yani “doğru”yu üstelik bir defada seçmeye mahkûmdu. Ölüm gibi, denemesi olmayan bir seçimdi bu.
İstanbullu Hoca
nın trajedisi sosyal, Çolak Salihinki psikolojik sebeplere dayanmaktadır. İstanbullu Hoca, Kuvva-yı Millîye hareketinin gelişmesini engel için Akşehire gönderilmiştir. Tahsili, kültürü, inançları yolunun doğru olduğunu gösteriyordu. Bütün yüreği ve samimiyeti ile padişaha, “Halife-i Ruy-i Zemin”e bağlı idi. Ama, Akşehirde gördüğü karşı taraftaki insanların da kendisi kadar dürüst ve samimî olduklarını anladı. Tek başına olsaydı karar vermesi kolay olabilirdi. Ama o, kendisine inananlar ve kendi inandıkları adına da karar vermek durumunda idi. Tercihini bütün bir tarih, din, kültür ve medeniyet unsurlarını da göz önünde bulundurarak yapacaktı. O, İstanbullu Hoca hüviyetini bırakıp Küçük Ağa olarak yeniden doğarken bütün bu saydıklarımızla birlikte sosyal plânda bütün bir devleti, şahsen de genç ve güzel bir kadın ile körpe çocuğunu da geride bırakmıştır. Hiç bir romanda bir tip bu derece güzel ve çarpıcı bir şekilde değişmemiştir.
Salih
in trajedisi çok daha derindir. Onun tereddüdü romanla birlikte başlıyor. Trenden inip evine doğru giderken “gitsem mi gitmesem mi?” diye düşünür. Çünkü Akşehirden Arabistana giden Salih ile, şu anda Akşehire gelen Salih birbirinden çok farklıdır. Tarık Buğra, bir yazısında “Salih, çölde bıraktığı kolu ile Türkiyenin, ta kendisidir” demişti. Bu benzetme yerindedir. Salihin kolu ile devletin kolu kanadı aynı şeydir. İşte Salihin trajedisi bu çaptadır.
Kocaman bir imparatorluk darmadağın olmuşsa, Salih
in yarım vücudu gitmiş ne önemi var? Ama bir de bunu Salihe sormalı; onun açısından bakınca da Salih yoksa imparatorluk nasıl var olur?
Hiç bir eserinde düz çizgiler gibi tek boyutlu tiplere rağbet etmeyen, aksine, aldığı her tipi bütün boyutlarıyla romana sokan Tank Buğra Salih
i son derece güzel canlandırmıştır. Salihin mizacı ve şahsiyeti imparatorluk, Akşehir, dostları ve tanıdıkları, evi ve annesi, kendisi, tek kolu gibi içiçe ve gittikçe daralan daireler halinde ele alınmıştır. Ondaki psikolojik çatışmanın sınırları bir salıncağın periyotlarına benzetilebilir. Salih, tıpkı bir salıncakta olduğu gibi, bir kararın en uç noktasından, başka bir kararın en ucuna dönüş yapar. İhanete kadar giden bir arsızlıktan, yüce bir vatanseverliğe, çürümüş bir vücuttan sapasağlam bir imana, çolak bir insandan son derece keskin bir nişancıya, dostluktan düşmanlığa, nefretten sevgiye ne kadar uçurum ve zirve varsa, Salih, onların hepsini yaşamıştır.
Yazar, bunu yaparken son derece inandırıcıdır. Salih
in kararını verdiği sahneyi kısaca özetleyelim: Bir gece Nikoların meyhanesinde Rumlar toplanmış isyanı, Pontusu konuşmaktadırlar. Hepsi ateşli, hınçlı ve heyecanlıdır. Yalnız Manifaturacı Vasil, muhaliftir ve “biz Osmanlıyız” diye direnir. Onu bozguncu diyerek saf dışı bırakırlar. Vasil, toplantıyı terkederken, bahçede gizlice konuşanları seyreden ve konuşmaları dinleyen Salih ile karşılaşır. Nikonun arkadaşı Salih, bu meyhanenin devamlı müşterisidir. Bedava yer, içer, ona elbise, harçlık, sigara bile verirler. Vasil bunları bilir. Gözgöze geldiklerinde Vasil, Salihe tek bir kelime söyler: “Pis!” İşte Salihe bir melek kanadı değip geçmiş gibi yeniden ve yeni bir imana götüren sebep bu tek kelimedir. Yazar, biz fark etmesek bile, hayatımızı küçük tesadüflerin idare ettiğini çok güzel ortaya koymuştur.
Tarık Buğra, kahramanlarını idealize etmekten hoşlanmayan, onu, bütün zaafları, iyi ve kötü taraflarıyla kısaca mizacıyla değerlendiren ender romancılarımızdan birisidir. Ona göre her şeyden önemli olan insandır. Kararlar, insanın kendi içinde, vücut yapısında, mizacında teşekkül eder. Toplum ve diğer dış şartlar bu kararı sadece açığa çıkarır, kanalize eder, enerji haline dönüştürür. Bu açıdan bakınca Kurtuluş Savaşı, binlerce Salih, Küçük Ağa, Reis Bey ve Ali Emmi
nin şahsî kararlarının sonucudur. Aralarında ayrılıklar varsa, bunun sebebi “doğru”nun birden fazla oluşunda değil, şahsiyet ve mizacın herkeste -aynı dâva için yanıp tutuşanlarda bile- ayrı ayrı oluşundandır.
Tip seçmede, yarattığı tipi bütün benzerlerinin sembolü yapmakta Tarık Buğra kadar usta bir Türk romancısı yoktur. O derece ki onun 1979
da yayınladığı Gençliğim Eyvah romanındaki ihtiyar tipi, Türkiyede birçok insanı rahatsız etmiştir. Çünkü onlar bu ihtiyarda ister istemez kendilerinden bir parça bulmuşlardır
Küçük Ağa, bir Kurtuluş Savaşı romanı olduğu kadar bir kasaba romanıdır da. Çünkü tipler ve olaylar bu dekor ve kasaba tabiatı içinde ele alınmıştır. Bununla birlikte bu roman, köy ve kasaba romanları arasında her şeyiyle ne kadar değişiktir. Birçok köy romanında -Yaban
dan İnce Memede kadar- Anadolu insanı, pis, geri, alçak, güzellikten anlamaz, hain, çıkarcı olarak gösterilir. Yaban romanında herkes düşmanla işbirliği halindedir. Tabiat çirkin ve kuraktır. Vatanımıza ve insanımıza adeta nefretle bakan daha bir çok roman yazılmıştır. Küçük Ağa burada da onlardan ayrılıyor. Yaban yazarının bir depremden artakalmış yarığa, tepeleri birer ura, Porsuk çayını irine benzettiği; toprakları Tank Buğra “Ay ışığının altında bir ninni veya bir sıla türküsü” gibi görüyor. Ve şöyle tasvir ediyor. “Ağaç gölgeleri dantelalar örüyor, yaprakları, damarlarında su yerine nur dolaşıyormuş gibi, sanki içten içe aydınlık görünüyordu. Kâinat masmaviydi, dağ tepeleri mavi, gökyüzü mavi, gölgeler bile maviydi. Ayın sarışın ışıkları fark edilmiyor, onlar bile mavi sanılıyor, insana mavi esintiler içinde uçuyormuş gibi bir duygu geliyordu” (s. 128). Bir başka yerde de şöyle diyor: “Sanki Anadolu kocaman bir kovandı da oğul vermeye hazırlanıyordu. Ölen arılar dışarı atılacak, bölümler temizlenecek, çiçek tarlalarına doğru o yaratıcı, o biriktirici, o eşsiz uçuşların şevki başlayacaktı.” (s.310).
O, insana, tabiata, köye, toprağa ve meselelere sevgi ile yaklaşan müspet yaradılışlı bir yazardır. Yazarın hayata bu sevgiyle yaklaşımı, onun romanlarının tiplerine de sirayet eder. Yaban romanındaki Ahmet Celal bir kompleksler yığını idi. Hâlbuki Küçük Ağa bir gönül ve dava adamı... Ahmet Celal hayattaki bütün mes
uliyetlerinden kaçmış tipik bir aydını temsil ediyordu. O, iman, dostluk, aile, fedakârlık, vefa, sadakat gibi hiç bir bağ tanımazken Küçük Ağa, mesuliyetleri için saadetini milletinin kurtuluşu uğruna feda etmekten çekinmemiştir.
Tarık Buğra
nın dost düşman ayrımı yapmadan: “O üstün, o insan denen fani” dediği insana bakışı da övgüye değer. O, hiç bir insanın -en kötü görüneni bile olsa- yok olup gitmesine razı değildir. Kuvva-yı Millîye taraftarları İstanbullu Hocayı ikna edememişler, onu kendi davalarının safına çekememişlerdir. Hakkında “vur emri” çıkar. Bu emrin Akşehire ulaştığı gece, Akşehirin Kuvvacıları korkunç bir kederin, acının, çaresizliğin kâbusunu yaşarlar: Yere serilen yalnızca yirmi, yirmi beş yıllık bir ömürle, bir ömrün elde ettikleri olsaydı dert bu kadar yakıcı olmazdı. İstanbullu Hocanın hakkı olan gelecek yirmi yıllara nasıl kor gibi yanılmazdı? O gelecek yılları, üstelik yalnız Hoca, yalnız karısı, yalnız çocuğu kaybetmiyordu ki... O yılların üzerinde tanıdık tanımadık daha binlerce ve binlerce insanın hakkı vardı. Hoca belki de gün gelecek gönül aydınlatan, kafa sağlığını getiren, insan kurtaran cümleler bulacaktı; bu çerçeve belki de çok, çok çok geniş olacaktı. Ve kurşun yirmi yirmi beş yıllık ömürle birlikte bütün bunları da yok edecek, ebediyyen yok edecekti. O gün akşam, Doktor, durup dururken, herkes gibi kendisi de somurtup susarken bir Yunus Emre mısraı kaçırıvermişti ağzından:
“Gök ekini biçer gibi...”
Yüzbaşı Hamdi yatağında dönüp dururken bunu hatırlayıverdi: “Gök ekini biçer gibi!.. Başaklar daha dolmadan...” (s. 257)
Yalnız bizim edebiyatımızda değil, doğunun, batının bütün büyük şaheserleri de dâhil olmak üzere çok az muharrirde bu derece engin bir insan sevgisi vardır.
Tarık Buğra folklordan da istifade etmesini bilen bir yazar. Yalnız o bazı romancıların yaptığı gibi bir efsaneyi veya bir halk hikâyesini yazıya geçirip, dramatize ederek roman diye ortaya çıkarmıyor. Aksine, meselâ bir türkünün ortaya çıkışındaki acıları duyup, o acılarla sosyal hayatın ve insanın bağlarını keşfediyor. Bir “leit-motiv” halinde romanda karşımıza çıkan bir türkü bizi halk kaynaklarının zenginliğine götürüyor. Gençliğim Eyvah romanında Çanakkale Türküsü ile Çanakkale
de ve anarşik olaylarda hayatını kaybeden gençliğimiz, Küçük Ağada Yemen türküsü ile vücudunu Yemende bırakıp dönen Salih ne güzel birleştirilmiştir.
Küçük Ağa romanında tabiat ve dekor tasvirlerine geniş yer verilmemiştir. Bir savaş romanında -yani sadece yaşayabilmenin ve acıların söz konusu olduğu bir romanda- buna lüzum görülmeyebilir. Aslında yazar, Türk romancılığında yanlış anlaşılmış olan realizmden hoşlanmıyor. Bunun için de teferruatı bazen ihmal ettiği görülür. Meselâ, Küçük Ağa Ankara
da romanında sadece anafikir geliştirilmiş, Emine, Mehmed Ali Emmi ve Çolak Salihin şahsî hayatları gözden uzak tutulmuştur. Teferruatı ihmal etmek, bir açıdan roman için faydalıdır, gerilim seviyesinin düşmesini engeller ama Tarık Buğra gibi usta bir romancı, isteseydi romanın sürükleyiciliğini bozmadan teferruatı da bize verebilirdi. Öyle anlaşılıyor ki Ahmet Hamdi Tanpınar gibi tasvirci değil terkipçi ve yorumcu bir yazardır. Hangi malzemeyi nerede ve nasıl kullanacağını çok iyi biliyor. Bir örnek verelim: Romanın kahramanları defalarca ölümle yüz yüze geldiler. Ölüm hayatın ikiz kardeşi gibi her an yanı başlarında idi. Buna rağmen hiç bir kararsızlık içine düşmüyorlardı. Nasıl olurdu bu? Yazar Evliya Çelebiden aktardığı (başka güzel bir hikâyesinde de kullandığı) tek bir cümleyle kafamızdaki düğümü çözüyor: “Gün akşamlıdır devletlim, dün doğduk bugün ölürüz!” Bu cümle Millî Mücadeleye katılanların hayat felsefesidir. Osmanlı Devletinin felsefesidir. Evet, insan önemlidir ama tek başına değildir. İnsan, toplumun değer hükümleri, düşünce geleneği, inançları ve tarihiyle birlikte vardır. İlmî düşüncenin “sebep - sonuç” münasebeti bu romanda hiç bir sözde hiçbir davranışta gözden uzak bulundurulmamıştır.
Tank Buğra, Türkçeyi son derece güzel kullanıyor. İstanbullu Hoca
nın Akşehirdeki cuma vaazı Kurtuluş Savaşının en güzel hitabet örneklerinden birisidir. Diliyle, üslûbuyla ses tonuyla (yazar bunları da tasvir ediyor) ve söyledikleriyle... Sözün ne yaman bir silah olduğunu yazarı da kahramanı da çok iyi biliyorlar. Herkesin konuşması; üslûbu, nüktesi ve mizacıyla uyum hâlinde. Diyaloglar son derece sağlam. Köylüler, şehirli kırması gibi değil, kendi mantıklarına göre sade ve sağduyulu, İstanbullu Hoca medrese diliyle, Reis Bey okumuş adamların mantığıyla konuşuyor. Yazar, Ali Emmiyi Akşehir ağzıyla konuşturmuş. Ama anlamadığımız, yadırgadığımız tek kelime yok. Aksine sıcak ve candan...
İnsan ilişkilerini anlatırken, yazar, şiirin dilini kullanıyor. Çolak Salih
in ve İstanbullu Hocanın öfkesini, yalnızlığını, hasretini ve sevgisini içimiz burkularak okuyoruz.
Heykeltraş Rodin “Her mermer blokunun içinde bir heykel gizlidir” demişti. Fazlalıkları yontup atınca heykel ortaya çıkar. Bu roman da öyle... Tarık Buğra dilin, davranışların, konuşmaların, teferruatın fazlalıklarını atmış. Bu roman eksiği ve fazlası olmayan bir eserdir. Küçük Ağa her şeyiyle Türk romanının yüz akıdır.
Tarık Buğra
Günümüz yazarlarından (1918-1994). İlk ve orta tahsilini Akşehirde tamamladı. Konya Lisesini bitirdi (1936). Çeşitli aralıklarla İstanbul Üniversitesi Tıp, Hukuk ve Edebiyat Fakültelerinde ikişer üçer yıl okuyup sonra vazgeçti. Akşehirde çıkardığı Nasrettin Hoca gazetesi ile gazeteciliğe başladı (1947). İstanbula gelince Milliyet, Yeni İstanbul, Haber ve Tercüman gazetelerinde fıkralar yazdı. Sanat sayfaları düzenledi. Haftalık, Yol dergisini çıkardı. “Oğlumuz” hikâyesi ile Cumhuriyet gazetesinin hikâye yarışmasında ikincilik kazandı. Çınaraltı dergisinde yazmaya başladı. Sanat eseri için her türlü basmakalıbı reddeden, hür ve bağımsız bir sanat anlayışını benimsedi. Güzel Türkçesi, derin tipleri, şiirli üslûbuyla Türk tiyatro ve roman yazarlarının başında yer aldı.

N. Ziya Bakırcıoğlu, Başlangıçtan Günümüze Türk Romanı, Ötüken Yay., İstanbul, 1983, s. 198-215


2013-2024 © Türk Dili - Doç. Dr. Ahmet KAYASANDIK
Facebook'ta paylaş
İçeriğe dön