Kültürün Unsurları
DİL BİLGİSİ
KÜLTÜR UNSURLARI
Cihan YAMAKOĞLU
Birçok düşünür evrenin maddi yapısı ile insan ve toplum
yapılarının çok farklı olduğunu düşünmüşlerdir. Aslında her madde birkaç elementin,
değişik miktarlarda ve ortak şartlarda birleşmesinden meydana gelen bir yeni
maddedir. Evrendeki maddeler kendilerini meydana getiren elementleri
(maddeleri) de kendileri yaparlar.
Sodyum (Na) ile klor(CI) birleştiğinde sodyum klorür maddesi
yanı sofra tuzu adındaki yeni bir madde meydana gelir. tuzu meydana getiren,
sodyum veya klor elementinden bir miktarı eksik, artık, veya gerekenden fazla
sıcak veya soğuk olsa bileşim meydana gelmez, madde tuz olmaz. Bambaşka ve
bozuk bir karışım olur. Hatta bileşimin fiziki ve kimyevi ölçülerine uygun
olmaması halinde bu maddeler birleşmezler. Birbirlerini tesir ederek bozarlar.
Eski halleri de kalmaz. Bozuk ve işe yaramayan bir karışım ortaya çıkar.
Karışım fiziki, bileşim ise kimyevi bir olaydır. Milletler de belli fizik
şartlarda çok ciddi bir bileşimdirler.
İnsanların bir araya gelmesinden bir millet meydana gelmesi
ve o insanların millet olması için de gerekli elementler kültür unsurlarıdır.
Bu elementleri -kültür unsurlarını- millet çoğunlukla bizzat yapar yahutta çok
az kısmını hazır alır. Ama bu elementler bir araya gelmezse millet meydana gelemez,
o insan toplumu millet olarak kabul edilemez. Millet olarak kendini ispatlamış
bazı insan toplulukları ise bu elementleri zamanla kaybederse bu defa millet
olmaktan çıkar, başka milletlerin arasında bozuk bir karışım olarak kaybolup
gider.
Milleti bir kimya formülündeki elementler gibi yapan
unsurlar veya millet üretimi elementler nelerdir?
Bir duvar için, kum, taş, çakıl, çimento-kireç ve su yani
harç gereklidir. Kum, taş ve çakıl, duvar olmak için, çimento ve su ile
birleşmelidir. Kum ve çakıl birer yığın iken çimento ve su sayesinde kaynar
kuru ve duvar olur. Millet denilen insanları da bir arada tutan
"harç" onların kültürleridir.
Duvar yapılıp kaynadıktan sonra, harç bozulup taşların
arasından ayrılırsa, duvar çöker ve taş yığını haline gelir. Hatta
"duvar" dibinde olanları da ezip yok eder.
Bunu şöyle ifade edebiliriz: İnsanlar + Din + Dil + Yazı + Tarih
+ Örf ve Adet + Hukuk + Güzel Sanat ve Eserler + Giyim + Yemek = Millet ortaya çıkar.
Bu elementlerin bir araya gelmesi ile bir arada yaşama arzusu ile millet
meydana geldiği gibi bunlardan bir kısmının bileşimde bulunmaması halinde
millet teşekkül edemez. Yahut millet olarak teşekkül ettikten sonra yukarıdaki
özelliklerini koruyamayan, bilerek veya bilmeyerek bunları yaşamayan, hayatı
dışına iten milletler, millet olmaktan çı¬karlar. Birliği sağlayan elementleri
kaybettiği için bozukluk, bölünme başlar. Bu bölünmeler çok kere esir olarak
başkalarının kölesi olmakla da sonuçlanır veya başka milletlerin içinde
kaybolmakla sonuçlanır. Bu elementleri koruyan milletler ise esir olsalar bile
yok olmaz, birliklerini korur ve bir gün bağımsızlıklarını elde edebilirler.
Milli birlik bu kültür unsurlarının korunması ile yaşatılabilir.
Bu elementlerin hepsine birden "kültür değerleri"
veya milli kültür ürünleri denilmektedir. İşte bir devlet için önce milletin
meydana gelmesi gereklidir. Konuya verilen önem zaruri olan insan unsurunun
birliği ancak bu elementler -kültür- korunarak ve yaşanarak sağlanacağı
içindir.
Burada çok önemli olan noktalardan birisi, milleti yapan
elementlerin yine o millet tarafından yapılmış, üretilmiş olmasıdır. Bunun tek
istisnası özellikle semavi dinlerdir. Eğer bu elementler başka milletlerden
alınıp, milletin formülüne dahil edilirse, milletin bozuk bir karışım manzarası
alması kaçınılmazdır. Şu kadar ki milletlerin bozulması anında farkedilemez.
Yıllar sonra, milletin geçmişi ile hiç bağlantısı olmayan davranışları ortaya
çıkar. Kısaca geçmişinde, iğrenç, ayıp, suç, şerefsizlik, namussuzluk,
hırsızlık, alçaklık sayarak, milletin kaçındığı hareketleri artık sıradan
davranışlar olarak görülmeye başlanır.
Çünkü "millet olmak" başlı başına bir ilmiliğin
ifadesidir. Bir insan topluluğunun millet olması için diğer insan gruplarından
farklı bazı işler yapması, üretimde bulunması gerekir. Ancak bu toplum
üretimlerini yapanlar ve yaşamaya devam edenler, millet olabilirler.
Milletler sahnesine çıkabilmek nasıl ki bir kısım farklı
üretimleri ve icadları yapmayı gerektiriyorsa, millet olarak kalabilmekte bu
üretimlerini, kendi sosyolojisi -ilmiliği- içinde yenileştirip korumasına ve
yaşamasına bağlıdır..
Bu şekilde kendini insanlık sahnesinde ispatlayış, esasen o
milli yapının büyük ölçüde ilmiliğini ifade eder. Çünkü kendi ilmiliğine
-toplum bilimine aykırılıklar ağır basarsa millet kimliği kaybedilir.
İşte Türk Milletinin, günümüzde Türkiye'de ve gerekse
Türkiye dışında varlığını devam ettirmesi, kendi ilmiliğini bir ölçüde devam
ettirdiğinin ispatıdır. Bu, her millet için böyledir. Bize düşen görev, bu
ilmiliği araştırıp kitaplaştırmaktır. Çünkü milletin var olması, başlı başına
bir ilmiliktir. Bu varlık araştırma ile bilinir hale getirilmelidir.
Burada mesele, hangi ilmi unsurlar korunup geliştirilirse,
millet devam edebilir yahutta hangi yabancı unsurların karışması millet olmanın
ilmiliğini bozabilir meselesidir.
Bütün milletlerin sosyolojisi olan millî kültürler bağımsız
birer ilmilik ifade ederler. Kültürlerin bu karakterde olması, onların
birbirini etkilemesini engellemez. Bu sebepledir ki önemli olan yabancı
kültürden, milli kültür için faydalı olanı veya milli kültür unsurlarının mayasını
bozacak zararlı yönlerin ortaya çıkarılmasıdır.
Bu konuya açıklık getirmek için, bizim millet olmamızı ve
millet olarak devam etmemizi sağlayan kültür değerlerimizi, buluşlarımızı
bilmemiz gerekir. Denilebilir ki bir millet kendi buluşlarını nasıl olur da
bilemez? Günümüzde milletinin buluşlarını bilmeyenler, demokrasiye ve milli
iradeye saygısı olmayanlar şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Millete ve onun
seçtiklerine saygı, milletin eserlerini bilmekle sağlanabilir. En kısa ve
anlaşılır şekilde tarihten süzülüp gelen bu eserlerimizi bilmemiz veya öğrenip
yaşamamız gereklidir. Çünkü bu buluşlarımız olmasaydı ve onları yaşayıp
yüceltmeseydik, bugün millet olamayacaktık.
Öyleyse Türk Milletinin varlığının devamını sağlayacak olan
kültür değerlerimiz nelerdir sorusunu cevaplayabiliriz. Bunlar Türk dili,
Yazıları, Dini, Türk Tarihi, Türk Örf ve Adetleri ile Hukuku, Oyunları,
Musikisi, Güzel Sanatı, Kıyafetleri ve Yemekleri olarak toparlanabilir.
Bizi, yalnız Türkiye sınırları içinde değil sınırlarımız
dışındaki Türklerle de üzüntüde ve sevinçte ortak yapan, birbirimizin
üzüntüsünü severek paylaştıran, sevincini birlikte yaşatan bu değerler
toplamıdır. İnsanlarımızı, din, dil, ırk, menşe, felsefi inanç ve mezhepleri
farklı olsa bile, Türk Vatanı Bölünmez, Türk Milleti Bölünmez, Türk Milleti,
Bağımsızlığı Elinden Alınıp Esir Edilemez, noktalarında birle§tiren bu kültür
sermayemiz varsa, Millet olarak varız denilebilir. İşte bu değer
hükümlerimizle; devlet, vatan, vatandaş, dindaş, insan, aile, toplum ve
insanlık anlayışımız bize göre şekillenmiştir.
Her millet kendine göre
şekillenmeli ve diğer milletlerle uyumu sağlayacak seviyeye gelmelidir.
Bir diğerini yok saymamalı, haklarını çiğnememelidir. İnsanlar dünya üzerinde
hiçbir devirde olmadığı kadar, hızla yer değiştirmeye yeni ülkelerde yerleşmeye
yer tutmaya başlamıştır. Artık insanlar gibi kültürlerde birbiri içinde yaşamak
zorundadır. Ancak sözde ileri medeniyeti temsil ettiklerini zannedenler diğer
milletlerin de¬vamlı olarak kendilerine "uyumundan" bahsetmektedirler
ki bu uyumun asıl anlamı asimileolmak milletini ve dinini değiştirmektir. Bu
uyum değil, yok olmak, kültürünü terkedip başka bir millet olmaktır.
Bu durum farklı kültürlerin birbirini incitmeden yaşamaları
değildir. Geleceğin daha da iç içe girmiş olacak insanlığında bu durum önemli
ve çözümlenmesi gereken bir konu olacaktır. Burada çözüm bütün kültürlerden,
insanlığın "ortak ve üstün" değerlerinin toparlanarak, insanlığa mal
edilmesi olabilir.
ABD'nde bile buna benzer değerlerin korunabilmesi söz
konusudur. "Hristiyan" Musevi ve Yunan-Roman temelindeki batı
kültürü" ile Türk İslâm Kültürü barış içinde bir arada yaşayacaklarsa, her
iki kültürün birbirini tanımaları ve ortak taraflarını, cesaretle
kabullenmeleri, üstün taraflarını Birleşmiş Milletler aracılığı ile tescil ve
insanlığa ilân etmelidirler.
Asrımızda en önemli iş, kültür değerlerinin başka milletlere
açılan pencerelerini bulmaktır Geçmişte Türklerin Hristiyanlarla bir arada ve
adil bir şekilde yaşamasının usulü Türk ve İslam'ca idi. Bu usul ile hem milli,
hem dini birlik korundu, devlette devam etti. Bu suretle bir arada yaşayışın,
İslâm, Musevi ve Hristiyan vatandaşlarımız için kaideleri çok açık olarak belli
idi. Durum tam bir hukuk devleti numunesi olarak tarihe geçmiştir. O düzende,
Türk Türklüğünü, Yahudi Yahudiliğini, Müslüman Müslümanlığını, Hristiyan
Hristiyanlığnı koruyabilmiştir Çünkü orada Türk ve İslâm Hukuku'nun hakimiyeti
vardı. Onlar devletten, milletlerin kültürüne saygılı olmayı anlıyorlardı. Türk
devlet anlayış bu anlamda insanlık için tekerrür etmelidir. Bunun başka örneği
varsa o da ortaya çıkarılmalıdır. Elbette ki bu anlayış XXI. Asırda daha
değişik bir toparlanma olarak insanlığa sunulabilir.
Millet olmak için gerekli olan iş, inanç hareket ve eserdir.
1- Dil-Lisan yapmak: Tevrat, İncil ve Kur'anı Kerimde
dillerin Hz. Adem ve Hz. Havva'ya öğretilmiş olduğunu görmekteyiz. Ama insanlar
çoğaldıkça değişik diller ortaya çıkmıştır. İnsanlar ve insan toplulukları
dikkati çeken herşeye karşı, diğer hareketleri yanında anlamsız seslerle de
karşılık vermişlerdir. Bu "ses" giderek ve diğer insanlarca da aynı
hisleri ifade edecek şekilde tekrarlanınca "söz" -kelime- haline
gelmiştir. Artık onun, herkesçe kabul edilen ortak manası vardır. Yani o
toplum, sese verdiği manada ittifak etmişse -ses- anlamlı söz olmuştur denilir
Dünyanın çeşitli yerlerindeki, insanlar, yer şekilleri,
tabiat olayları, geçim vasıtaları, uğraşılan işler, iklim şartları çok farklı
ve diğer toplumlarla uzak ve yakın olabilir. Bu durum, her şeyin
"adının" başka olmasına ve farklı dillerin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Lisan uzlaşma ve uyumun en tesirli aracıdır. Bu sebeple her şeyden
daha iyi öğretilmeli ve öğrenilmelidir. Ana dilden önemli dil olamaz ve en iyi
bilinmesi gereken de odur.
Çünkü Ana dilini bilmeyen veya unutan insan, çevresine
hislerini ifade edemeyen, kokusuz, renksiz kurumuş bir çiçek gibi olur.
Konuşmasından tad alınmaz. Şaka yapamaz, yüksek seviyede hislerini ve
fikirlerini söyleyip yazamaz. Çevresi ile kaynaşamaz. Sohbetinden tad çıkmaz.
İnsan bunları ancak anadili ile yapabilir. Yabancı dille edebiyat, sanat
olamaz. Bazı şeyleri tekrar eden -robot- insan gibi olur. Her kültür unsuru,
bir alt kültür üretme faaliyetinin sonunda ortaya çıkar.
Bir resmi dilin var olması için, değişik şivelerin olması
gerekli ve hatta zaruridir. Bir ses bu farklı yerlerdeki insanlar tarafından,
farklı söyleyişlerle, ağızlarda yoğrulmadan en son şeklini alamaz. Anlamsız
Ses'in herkesçe beğenilip benimsenmesi ancak bu çok değişik yerlerde ve değişik
insanların ağzında (aile-köy-kasaba-ilçe-il bölgelerde ve hatta ayrı kıtalarda)
yoğrularak, adeta tezgâhlardan yontulup düzeltilip, her fert ona bir emek verip
ortak olmasıyla gerçekleşir. Milletin her ferdi, adeta farkına varmadan sosyal
kanuniliğin akışı içinde bir demiri âlet haline getirmek için, kimi onu eritir,
kimi kömürünü, kimi körüğünü çeker, kimi örste çekiçler, kimi kalıba koyarsa
"sesler"in kelime veya söz haline gelmesi de bu işlemlerden geçer.
Kelimenin veya sözün benimsenmesinde bu emek-his ortaklığı mutlaka olmalıdır.
Konuşulan, ağızlarda, dillerde var olan her ses ve kelime, böyle bir emekle,
işlemle, değişme gelişme ve yenilenmeye tabii olur. Konuşulan kelimeler
olgunlaşır, eskir, ölür ve yerine yenileri doğar. Bir millet kendi dilini bunun
içindir ki mutlaka öğrenip kullanmalıdır. Çünkü kullanılmayan dilin yerini
yabancı dil ve kelimeler doldurur.
Bu değişme sosyal gerçeği içinde devam ederse dil her an
aslını-soyunu korur. Çünkü kâinatta herşey (hava-su-toprak vs.) her an
değişmekte ise de bu değişmeler, hiçbir zaman asıl özelliklerini kaybetmeye
sebep olmamaktadır. Buradaki fiziki ve kimyevi değişmelerde, "aslını
koruma kanunu" ezeli, ebedi ve ilâhi kanun olarak hükmünü geçirmektedir
Hava- su-toprak ve güneşteki fiziki ve kimyevi değişmeler hiçbir zaman onların,
güneş-toprak-hava-su, olmaktan çıkmasına yol açacak derecede olmamaktadır.
Bu ilahi tabiat kanunu sosyal vak'alarda da devam
ettirilirse, çamur gibi yoğrulan, taş gibi yontulan, çekiçlenip eğelenen, her
ağızda biraz değişik şekli ve kalıba giren sesler, millet varlığının örsünde
dövülerek, resmi dilin yapısını hazırlamaktadırlar.
Bir kelime asırlar içinde, kullanılır, çoğalır, değişik ve
aynı soydan yenileri doğar. Doğan yavrular soylarının özelliklerini de
taşıdıkları için kelimeler soyları ile tanınır ve korunur. Adeta her kelimenin
bir soy kütüğü olur. Bu suretle değişme yasası içinde aslını koruma yasası da
yürürlüğünü devam ettirir. Değişme tabiattaki gibi aslını koruyarak gerçekleşir.
Dilde geniş anlamıyla kültürde milli hakimiyet onu milletin
yapmasına, geliştirmesine, yaşamasına saygılı olmaktır. Milletlerin buluş
yap¬ma gücünü bilmek ve tanımaktır. Bu hikmet, (ilmilik) kavranıp korunmadan
millete saygı sözde kalmaya mahkumdur. Zaten milletlerin eserlerine bakıp
sanatkârlığına bu suretle hayran kalanlar ona saygılı olabilirler.
Kendi mahalli dil yapılarında üretilen sözlerle gelişmeyi ve
değişmeyi dil kurallarına uygun şekilde nazara almadan, yani kendi milletinin
zaman içinde ve değişik bir coğrafyada yaptığı -sesleri, sözleri- kullanmadan,
hastalanan ve ölen kelimeyi bulmadan, onun yerine geçeni çevreden tespit
etmeden ortaya çıkarılacak, başkalarınca bilinmeyen, tanınmayan, emek
verilmemiş -ses'lerden- bir milli dil meydana gelmez. Çünkü resmi dil çeşitli
sürelerde, emek verilip konuşulan ve nihayet genel benimseme şansını elde eden
kelimelerden meydana gelir ve gelmelidir.
Resmi dil, bir milletin sosyal haritasından değişerek,
merkeze doğru son şeklini alan -bütün şivelerden değişik şekilde geçerek
herkesçe beğenilen son şeklinin devlet tarafından da benimsenmesiyle ortaya
çıkar. Millet varlığından gelen "soyu belli" kelimelerin şivelerdeki
değişikliği de milletçe yabancılık olarak hissedilmez. Milletin her ferdi o kelimeyi;
bir parçası, hecesi, sesi, vurgusu ile kendi malı sayar ve ondan herkesin
anladığım anlar. Bugün Türkçe'nin dünya' daki şiveleriyle, Resmi dil merkezi
Türkiye'dir. Bu merkezilik kültürümüzün Asya ve Avrupa'daki vatanını da
bilmemizi ve oradaki sahiplerine saygılı ve yardımcı olmamızı, o
kültür-kaynak-pınarlarının Türkiye'ye akmasını sağlamamıza bağlıdır. Tabii ki
bütünlüğünün korunması da ancak bu suretle olabilir.
Meselâ bir "GÜZEL" kelimesinin, Türklerin
ağzındaki değişik telaffuzlarına göz atalım. Değişik yerlerde "çeşitli
tesirlerle" gözel, ğözel, guzel, cuzel, cüzel şeklinde konuşulup
biçimlenen bu söz nihayet herkesçe en iyi kabul edilen "GÜZEL" olarak
fiilen ve resmen benimsenmektedir.
Bir milli ve siyasi yapıda, temel milli kültür kaynağını
kullanmak, devlet millet bütünlüğünü sağlar. Kültür, milletin öz eseridir.
Millette, devletin birinci (insan) unsurudur. Devlet, kendi unsuru olan,
milletin kültür ürünlerini, kabul edip resmileştirmekle, o milletin devleti
olmanın asgari şartını yerine getirir. Sosyal anlamda da, siyasi anlamda da
millet hakimiyeti budur. Bunlara saygı ile ölçülür.
Devletin insan unsurunun, millet olarak binlerce yıl içinde
ürettiği kültür unsurlarını kullanmamak, milletin ürettiğini red etmek, saf
dışı etmek, ancak işgalcilerin esir olan milletlere reva gördüğü bir
muameledir. Başkalarına boyun eğmedir. Kendi eserinin değerini bilmektir.
Dille veya genelde kültürle uğraşan ilim adamlarının görevi
de, bu çeşitli değişiklikleri arayıp bulmak, dilin genel musikisine en uygun ve
medeni kitlelerce kabule elverişli olanını ortaya çıkarmak veya bu sosyal
gelişmeyi hızlandırmak olmalıdır. Bu kural, bütün kültür varlığı içinde
geçerlidir. bu sebeple başta edebiyatçılar, sonra siyasetçiler, hem dilci hem
sosyolog, hem psikolog, hem de tarihçi olmalıdırlar.
Aydınlar, özellikle Türk dili ve yazıları gibi 3-4 kıtada
konuşulan ve yaşanan bir dili ve diğer kültür varlıklarımızı keşfederek,
milletimizin nelere kadir olduğunu görürlerse, milletimizin yaptıklarına
hayranlık duyarlar. Bunun tabii sonucu ortakla "evet söz milletindir"
diyebilirler. Milli kültürümüzü araştıran ve bize düşman bazı yabancılar bile
araştırmalarının sonunda, tabii bir heyecanla "evet Türkler büyük
millettir" diye söylenen dillerine engel olamamışlardır. Aksi takdirde
millete karşı saygı sözde kalır. Egemenlik, millete reva görülmeyen bir kavram
olarak kalır. Sözde millet adına bir azınlık tarafından kullanılır. Böylece,
kültür üzerine gidildikçe siyasi yapının, kendi kültürünü koruduğu,
geliştirdiği, yaşattığı kadar meşrudur sonucuna varılır!
Prof. Bernard Levis "Bir milletin lisanı onun aklı
seliminin ve zevki seliminin mahsulüdür. Kapalı odalarda oturularak dil
yapılamaz" demiştir. Selim; ayıp ve kusuru olmayan, sağlam, doğru ve
dürüst demektir.
Demek ki dil, ancak, dürüst, doğru, sağlam ve ayıplı olmayan
bir akıl ve ayıpsız, kusursuz bir zevkin sahibi olanların eseri olabilir.
Kendi milletinin; Türkistan-Batı Avrupa, Yemen-Sibirya
dörtgenindeki dil hazinesine başvurmadan "kapalı kapılar ardında"
sarhoş ve garip sesli müzik gürültüleri içinde söz üretmekle ortaya çıkan şeye
milli ve resmi dil denmez.
Bazıları bu kadar geniş bir dünya içinde, Türkler, ortak
dili nasıl yaparlar diye sorabilirler. Buna, "bugünkü Türkçe'mizi yapıp,
bize bıraktıkları gibi" cevabı yeterlidir. Her aklına düşenin rastgele
yaptığı birçok madeni parçayı birleştirip bir makina yapmak mümkün değilse,
birçoklarının ürettiği sesleri -söz sanıp ortak dil yapılamaz. Buna hurdalık
denir. Dilin yüzü cüzzamlının yüzü gibi olur. Çirkinleşir. Birçok madeni parçayı
birleştirip bir makina yapmak mümkün değilse birçoklarının ürettiği sesleri söz
sanıp ortak dil yapılamaz.
Dil yapmak, millet olmakla denktir. Dil üretmek milletlerin
işidir. Milletin kendi dilini yapma kabiliyeti, hatta doğuştan olan (istidâdı)
gücü ve fonksiyonu tanınmaz, ona saygılı olunmaz, onun bu görevine müdahale
edilirse, milletin üretimi durmamalı, dilini koruyucu her türlü çareye
başvurmalıdır. Herhalde, "kendi aydınlarından" mahrum kalan, onların
desteği yerine, darbesine maruz kalan dilin gelişmesi de en iyi tespitle
yavaşlar ve dilde bozulma da olur. Bir devleti yapan diğer unsurlarda olduğu
gibi Türkçe'de kanunlarla açık ve net olarak korunmalıdır. Hukuk ve ceza
mahkemeleri bu konularda çalışır duruma getirilmelidir. Önce hukuk, dilin kurallarına
ve sözlerine uymalıdır.
Kâinatta yaradılışının gereğini ifa etmeyen, üretimini
yapamayan canlı, cansız, hiçbir şeye devamlı saygılı olunamaz. Ona
katlanılamaz. Öy¬leyse, milletimiz sosyal ve tabii bir gerçek ise -üretimini
hızlandırmak gerekir. Yapılacak iş ise kültür elementlerinin "bilgi
toplumu"nu ortaya çıkaracak şekilde, işleme tabi tutulması olmalıdır.
2 - YAZILAR
Bir milletin bir dil yanında bir veya birkaç yazı ortaya
çıkarması onun çok yüksek seviyeli yapıcılığının üreticiliğinin ifadesidir.
Hemen her milletin bir dili varsa da yazıları yoktur. Yazı, bir dilin seslerle
ifadesinin yanında şekillerde ifade edilerek uzak veya yakın mesafedeki
insanlar ses yerine şekillerle-yazı- konuşmadır. Kültürün yayılmasında, dünyayı
dolaşmasında en büyük yeri olan medeniyet ürünü ve aracıdır. Türk mil¬letinin
bu konuda da dünya milletlerinin en üst sıralarında yer aldığını herkes
bilmektedir. Kendine mahsus yazısı olduğu gibi, başka milletlerin ve
medeniyetlerin yazılarından da istifade etmesini bilmiştir Bu gün orta Asyadaki
Orhun (ORKUN) abidelerindeki yazı ve ifade gücü ile güzel Türkçe'miz bütün
yabancıları bile hayran bırakmaktadır. Ne kadar acıdır ki bu yazıları bulanlar
ve okuyanlar batılı bilim adamları olmuştur. Türkler de bunları onlardan öğrenmektedirler.
Kültigin Abidesindeki ibretli nasihat sözleri bu gün için
bile bize birçok yanlışımızı hatırlatacak durumdadır. Milletlerin hangi
hataları yaptıkları zaman, yani kültürlerine sahip çıkmadıkları, başkalarını
taklit ettikleri, toplumun idaresi için gerekli kaideleri yabancı. milletlerden
aldıkları için yıkıldıklarını, yabancı yasalardan sıyrılınca, yeniden millet ve
devlet olduklarını ibret alırız diye, taşlara yazmışlardır.
Milletlerin mutlaka, bir ortak dilleri vardır. Fakat her
milletin özel yazısı yoktur. Dil gibi harika bir eseri vücuda getiren -ortaya
çıkaran bu yüksek düşünce ve anlaşma seviyesine çıkan insanlar düşüncelerinin,
gelecek nesillere yalnız, atadan toruna sözle intikali ile yetinmez ve onları
bazı çizgi ve işaretlerle seri cisimlere işaretleyerek -yazarak- binlerce yıl
sonrakilere bırakmanın gerekli olduğuna inanırlar. Bu üstün inanç ve kültürün
meydana getirdiği enerji insanları yazı bulmaya itmiştir. Yazı ile
milletlerarası ve kıtalar arası haberleşme çok daha iyi ve tesirli olmuştur.
Bunu yapmayı düşünen milletler ise yazı icad etmişlerdir.
Kimbilir kaç yüzyıl, kaç bin kişi çalışarak mânaları
üzerinde ittifak edilmiş ortak seslerini, herkesin anlayacağı ortak bir yazıya
dökebilmişlerdir. Bunlar atomun icad edilmesinden de önemli olaylardır.
İnsanlar dil ve yazıyı icad ettikten sonra, fikirlerini ve
dinlerini daha çok insana okutmanın, öğretmenin yolunu bulmuşlardır. Bu
basamakları hızlı aşan milletler, dilleri ve yazıları sayesinde başka
milletleri dost edinmiş "düşmanlığından sakınmayı öğrenmiş" veya
onları tesirleri altına alıp, milliyet ve dinlerini ve inançlarını değiştirmek
için kullanmıştır ve kullanmaktadırlar.
Türkler dil ve yazı icad edilen talihli dönemlerini, matbaa
ve okuma alışkanlığı kazanmak, kendi yazılarını korumak, dilini ve yazısını
başka milletlere öğretmek konularında ise çok kötü şekilde devam
ettirmişlerdir. Bütün bunlara rağmen, son asırda dil ve yazıları ile
milletleşme de ve onun devamında, bütün milletler ile yarışmaya başlamış
bulunmaktadırlar.
3 - BİR DİNE İNANMAK
Her millet, bir dine inanmaktadır. Bunlar arasında bugüne
gelen belli başlıları semavi dinlerdir. Semavi dinlerle ilgi kurmamış
olanlarda, bir kısım insan eseri -beşeri- kaidelere din olarak inanmaktadırlar.
Fertlerde böyledir. Ateist olduğunu savunanlar müstesna,
bütün insanlar, madde üstü bir yaratıcıya inanmaktadırlar. Bu inanç ve
kuralları sayesinde dünya, ahiret (Cennet Cehennem) adalet, hak, yaradılış,
tanrı, kader gibi zamanın evvel ve sonu, hakkında insan üstü ilâhi yorumlara
bel bağlayarak, diğer insanlarla olan inanç ve ilişkilerinde ve değer
yargılarında ortaklıklar kurmuşlardır. Bu suretle ortak inançlar sayesinde iyi
ilişkiler kurmak veya zıt inanç ve davranışların zararlarından korunmak için
tedbir almak mümkün olmuştur. Yahutta bu zıtlıklar harp sebebi olarak bile
kullanılmıştır Her haliyle dinler birçok insanı bir arada tutan ana unsurlardan
birisidir. Hatta dinler aileyi, akraba, kabile ve milleti de aşarak milletleri
bir araya getirip, milletlerarası bir insanlık düzeni ümidini yani, insanlık
ülküsünü gündeme getirmişlerdir. Dinler birbiri arkasından yürürlük
kazanmışlardır. İlmi düşünce ve akıl ile bütünleşerek, "insanlık
ailesinin" barış içinde yaşamasına doğru yol olmaları için her üç dinin
yeniden ve mukayeseli olarak incelenmesi ve hatta bir arada yayınlanmaları
düşünülmelidir.
Gerek bir milletin meydana gelmesi, gerekse değişik
milletlerin uyum ve devamında en üstün kuralları olan din, geleceğin ve
herkesin dini olacaktır. Bugün dünyanın dört bir yanında Yahudi milleti varsa
Tevrat (dini) sayesindedir. Türkler de çeşitli dinlere girenler Türklüğünü de
yitirmiştir. Bunun istisnası, Gökoğuz Türkleridir. Diğer Türk'lerin hepsi
Müslümandır. Demek ki Türklerin millet olarak devamında da İslâm dininin büyük
tesiri olmuştur.
Bu iki örnek genişletilebilir. Bir Arap milleti varsa, bunda
İslâmiyet'in, bir Avrupa Topluluğu varsa, bunun temelinde Hristiyan kültürünün
büyük payı olduğu kesindir. Bir milletler karışımı olan, ABD'de millet
yapısında Hristiyanlık ve Musevilik inkâr edilebilir mi?
Bu daha geniş olarak ele alınabilir: Ama, dünyanın ittifak
ettiği konu, bütün insanların ve toplumların hayatında, davranışlarında az çok
dinin yeri ve önemi vardır. İslâm dini ise sırf metafiziğin değil, bütün maddî
ve hukukî konuları da içine alan bir din olarak ortada durmakta, akıl ile onu
incelemek isteyenlere seslenmektedir. Varlık aleminde olan bir şeyin yok farz
edilmesi, ilme ve akla aykırıdır. Varlığı kabul edilerek hayat için yeri ve
değerinin bulunması akla uygun olandır. Dinin bu sebeple, bütün veçheleriyle
varlık aleminde, insanı milletlerin var olmasında önemli ölçüde yeri vardır ve
var olmaya devam edecektir.
4 - TARİH YAPMAK
Milletler, devlet olmadan önce ve sonra, diğer millet ve
devletlerle çeşitli münasebetler içinde olurlar. Hatta, milletin kendi içinde
de "tarihi değeri" olan olaylar yaşanır.
Bütün bu acı ve tatlı hatıralar, millet hafızasında, dost ve
düşmanların tanınmasına sebep olur. Milletlerin, tarihte sergiledikleri
davranışlarından, benzer olaylar da takınacakları tavır belli olur. Adeta tarih
milletlerin seviyesini, karakterini, bütün insanlığa tanıtır.
Bir insan da böyledir. Geçmişindeki yani tarihindeki
davranışlarından, bilinen inançlarından, onun nerede nasıl davranacağına dair
bilgi elde edilir.
Güvenilir insan ve güvenilir milletler bu şekilde her
milletin tarihinden çıkarılan sonuçlardır. Bir insan veya toplumun, tarihini
nazara almadan, dost düşman ayırmadan, işlerini yürütmesi onun dostları
tarafından terkedilmesine, düşmanları karşısında tek kalarak yenilemesine sebep
olur.
Şüphesiz tarihin, unutulmadan millet hafızasında saklanması,
bilinmesi kadar, "yerinde kullanılması" gerekir. Önemli olan, dost ve
düşman çizgisini tarihi çizgisi içinde tutarak, yine de bütün insanlıkla,
di¬ni, iktisadi, sosyal, siyasi, kültürel ilişkileri sürdürebilmektedir
Doğru, ilme, akla, belgelere dayalı bir tarih-mirası-
milletler ve millet olmak için büyük şanstır. Tarihine saygısız toplumlar,
nerede nasıl hareket edeceği, şüpheli, güvenilmez toplumlardır. Tarihsiz
toplumlar ve devletler bu boşluğu doldurmak için, uydurma destan ve hikayeleri
tarih diye, insanlarına okutur veya dünyanın liderliğini yapmış milletlerin
örnek şahsiyetlerine ait olayları, öğreterek şahsiyet kazandırmaya çalışırlar.
Tarih öyle bir kültür varlığıdır ki olmayan millet ve devletler kendileri için
ortak acı ve mutlulukları tespitte çok sıkıntı çeker ve bu boşluğun büyük
acısını sinelerinde hissederler.
5 - ÖRF VE ADETLER (Gelenek Görenekler)
Örf ve adetler de bir milletin, sosyal hayatını düzenlemek,
eskiyen hukuk kaideleri yerine, yerleştirilmek üzere ürettiği kaideler
bütünüdür. Çünkü örf adetler bir yönü ile hukuk'un kaynağı olan adeta, kaide
fidanlıklarıdırlar.
Örf ve adetler mutlaka, toplumsal, iktisadi ve kültürel bir
ihtiyaca cevap verirler. bu ihtiyaçlara cevap verdikçe yaşar, yani yürürlükte
kalırlar İhtiyaçlara cevap vermezse kendiliğinden yürürlükten kalkarlar.
En geniş sahada tesirli olan örf ve adetler ya resmen
yürürlüğe konularak, hukuka kaynak olma fonksiyonu yaparlar. Yahutta yürürlüğe
konulmadan yargı mercilerince benimsenerek resmileşirler.
Bizim konumuz açısından çok önemli olan, örf ve adetlerin,
millet üretimi olmasıdır. İkincisi, bütün hukuk sistemlerinde vazgeçilmez hukuk
kaynağı olarak benimsenmiş olmasıdır. Bunun önemli tarafı ise milletimizin
ortaya koyduğu örf ve adetler, insanlar arasında çıkan ihtilafların çözümü için
belli ihtiyaçlara cevap vermek üzere, Türklerin yaşadığı geniş haritada, bir
ailede, akrabada, köyde, kasabada, ilçelerde, illerde, Türk varlığının zihni ve
ortak faaliyetlerinin eseri olarak doğmuş olmalarıdır. Bu her millet için
böyledir. Milli yapının bu ürünleri tespit edilerek, hukuki ve siyasi yapının
-çatısının- çatılmasında kullanılırsa -dil gibi- resmileşirler hukukun asil
kaynağı, önce her milletin kendi örf ve adetleridir. Yürürlükteki hukuk
kaidelerinden, eskiyen, ölen ve ihtiyaca cevap vermeyenlerin bıraktığı boşluğu
dolduracak kaide o millet ha¬yatında filizlenmiş örf ve adet kaideleri arasında
aranıp bulunur. Bu fideler boşluklara bir ağaç fidanı gibi dikilir. Hatta bu
kaidelere göre binlerce kamu görevlisi görevlerini yapma serbestisi ve
cesaretini kazanır. Hukuk boşluklarının ilk sermayesi de bunlar olmalıdır.
Böylece her adım atmak için bir kanun veya tüzük değişikliği
aran¬maz ve devlet işleri hız kazanır. Hukuka yardımcı ve boşlukları dolduracak
örf ve adetleri kendi içinden tespit edemeyen hukuk alimleri, mer'i hukuku asıl
kaynağından mahrum bırakırlar. Devlet çarkı, hareketi çok zayıf sıkı dişliler
gibi yavaş döner. Devlet işleri yavaşlar, hizmetler zamanında yürütülemez.
Türkiye benzeri ülkelerde, örf ve adetlerin çoklukla İslâm
dinine da¬yalı olması, onlardan uzak durmaya sebep olmuştur. Bundan daha
önemlisi örf ve adetler durgun bir hayatın sorumlusu kabul edilerek, Türk örf
ve adetlerinin, hukuk olma şansı inkâr edilmiş, onlara karşı harb ilan
edilmiştir.
Halbuki, ilme uygun aklen yerinde olan bir kaide, herhangi
bir din kitabında beyan edilmiş olduğu için reddedilmez. Onun yasama
meclislerince benimsenmesi halinde, onu hukuk kuralı olarak değerlendirmek gerekir
Gerçekçi ve akılcı görüş budur. Fakat batı hukuku uygulayan İslâm ülkeleri ve
Türkiye bu konuda acaba bir örf ve adet, ilmi rasyonel ve çok yerinde olsa da
onun şayet dini bir kaide olduğu ileri sürülürse, ben "hukukumuzu kısmen
de olsa din kurallarına uydurmak" gibi bir isnad ile karşılaşır mıyım
endişesi ile örf ve adetlerinin, kendi hukuk yapısında yürürlüğe girmesini
tartışmaya bile cesaret edememiştir. Batı hukuku ise başlı başına Hristiyan
(kanonık) hukuktur. Bize göre ise İslâm hukuku olmadığı için lâik hukuktur.
Bu durum bize ait örf ve adet kaidelerinin uygulanarak, iyi
sonuçlarıyla bütün dünyada tanınmalarını ve milletlerarası ilmi çevrelerde
tartışılmalarını ve benimsenmelerini de önlemiştir. Halbuki bir milletin en iyi
tanınma yollarından biri de budur. Batı ülkelerinin bizde tanınması bilinmesi
ve benimsenmesi böyle olmamış mıdır? Önce bizi örf ve adetlerine alıştırıp,
kazanmadılar mı?
Bu korku yürürlüğe giren, modern batı hukukumuzun, yorumunda
da milli kaynakların kullanılmasını yeni bir yoruma varılmasını da
ön¬lenmiştir. Sosyal, siyasi ve hukuki yapı kendi öz kaynağından mahrum kalmış
ve eskiyen maddeler, yabancı örfe dayalı, yine yabancı kaidelerle doldurma
yoluna gidilince, milletin ürettiği hukuk kaynakları âdeta kurumaya terkedilmiştir.
Halbuki, batı hukuk metinlerinin yorumunda ve boşluklarının doldurulmasında
Türk milli kaynakları -örf ve adetleri kullanılsaydı, ortaya çıkacak Türk milli
hukuku batı hukukçuları içinde başvurulacak bir kaynak hukuk olabilecekti.
Çünkü hukuk, milli yapının ürettiği kaidelerle benimsenirse,
zengin bir kaynağa kavuşur. Zaman içinde, bu yolla gayri milli hukuk
millileşir. Siyasi ve sosyal yapı birbiriyle uyum kazanır, birbirini
meşrulaştırır. Millet bütünlüğü sağlanmış olur.
Bu durum dil üretiminde olduğu gibidir. Millet hukuk üretme
gücüne sahiptir. Bu siyasi üretimden farklı, bir sosyal üretimdir. Siyasilerle
zıtlaşan milletler ürettiği kaideleri yaşayarak, onlara sosyal yürürlükte
sağlayabilirler. Siyasi realitenin ise bu yürürlüğü tespit etmesi gerekir.
Devlet ve millet yapısında uyum'un akılcı yolu budur.
Yukarıda ifade edildiği gibi, Türkiye'de örf ve adetlere
karşı açılmış bir savaş bulunmaktadır. İlim açısından izahı zor olan bu
mücadelenin temelinde "örf ve adetlerin durgun -statik- bir yapıyı getireceği
ve dine dayalı olması" gibi gerekçeler gösterilmektedir.
Türk Medeni Kanunu 1. maddesinde, "örf ve adetlerin
hukuk kaynağı olarak" gösterilmesine rağmen bugüne kadar, mahkemelerimizin
kullandığı örf ve adet'in birkaç tane olabileceğini söylemek bile zordur. Bütün
bu izahat hukuk yaparken yalnız milli olan kaynaklar kullanılır demek değildir.
Kesinlikle böyle birşey olamaz. Ancak, öncelik hakkı kendi kaynaklarına
tanınabilir ve tanınmalıdır.
Kendi faydalı örf ve adetlerini ilmi şekilde araştırıp kullanmayan
yabancı hukuk kullanmaya devam edince ne olur?
O zaman, tıpkı ormandan kesilen, yıkılan ve yanan ağaçların
yerine kendi yerli ve soylu fidanlıktan en iyi cins fidanları alıp dikmek ve
boşluğu doldurmak, hem fidanlığı hem ormanı geliştirip yaşatmak yerine, her
zaman yabancı fideliklerden bazen de yabani fidanları almaya devam olunur.
Yerli ve aşılı fidelik çalılık olur ve kurur Yahutta millet gayri resmi olarak
"örf ve adetlerine göre" karar veren merciler ihdas eder ve onlara
göre hayatını devam ettirir. Bu konu bugün biraz gündemde olan konular
arasındadır. Adalet kararlarından şikayetlerin artmasında bunun payı büyüktür.
Osmanlı devlet düzeninde, çeşitli milletlerin bu tür örf ve
adetlerini yaşamalarına izin verilmiştir. Cumhuriyet döneminde, tek millet olma
ideali ile bu örf ve adetlere duyulan ihtiyaç yerine "mer'i hukuka"
ihtiyaç duyularak, devlet organlarından batıcı çözümler aranması ve devlet
teşkilatının otoritesi sağlanarak "mahalli örfe göre teşekkül etmiş"
otoritelerin giderek unutulmasının sağlanması için devletin ve hukukun tek
kuvvet olarak benimsenmesi düşüncesi de faydalı ve zararlı taraflarıyla örf ve
adetlere karşı ilim çevresinde dahi dünyada olmayan bir mücadelenin sebebi
olmuştur. Halbuki, bunun erine en iyi örf ve adetlerin ilmi araştırmalarla
tespit ve resmen uygulanması, devlet-millet uyumuna daha büyük yardımcı olurdu.
Çünkü, bu defa yalnız gayrı resmi otoritelerin elinde kalan örf ve adetlerle
haksızlıklar yapılması çok mümkün hale gelmektedir.
Bu mücadelenin otorite için faydası yanında hukukumuzun
"milli kaynaktan" mahrum kalmasına yol açan zararını ayrıca
hesaplamak yerinde bir araştırma konusudur. Ancak, örf ve adetlere Türk
Kamuoyunun, ilim çevrelerinin bakış açısı hatalıdır. Otoritenin tesisi için
galiba başka çareler bulunmalıdır.
Batıda ve insanlık aleminde bize benzeyen, bizimle ortak
değerleri paylaşan insanlar olmasını istiyorsak -onlara bütünüyle uymak yerine
kendi güzel inanç örf ve adetlerimizi, önce kendi hayatımıza, hukukumuza
sokmak, sonra herkese yaşayarak göstermemiz gerekir İlim adamlarımız da
üniversitelerin yayınlarında yazılar yazıp tanıtmalı, konferanslar vermeli,
yabancı dillerde kitap, kitapçık hatta, mektuplar yazarak bizde de birşeyler
olduğunu göstermelidirler.
Aşağıdaki düşünceler, bir bilim adamımıza aittir. Fakat akıl
için yol birdir. (Cahit Tanyol, Güneş: 26.6.1989).
"Bütün dinlerin evrensel kuralları ortaya çıkınca, âdetlerle
donatılmış olan ilkel dinler ve onların seremonileri bir kenara itilmiştir.
Başka bir deyimle, din bağımsızlık kazanmış ve âdetlerden ayrılmıştır.
Adetler dinlerin özelliğine bağlı olarak biçim ve amaç
değiştirirler. Örneğin "Batı toplumlarında" hukuk açısından, âdetlere
verilen değerle İslâm toplumlarında verilen değer arasında büyük ayrıcalıklar
vardır. Örf ve adet bizde hukukun ana kaynaklarından biridir. Oysa Batı hukukunda
yardımcı bir değer olarak düşünülür Kanun kapsamına giremeyen alanlarda işlerlik
kazanır.
İslâm bilginleri âdetleri hukuka kaynak alınca, bu
kavramların içindeki karmaşıklığı çözmeye çalışmışlardır. İyi âdetler olduğu
gibi kötü âdetler de vardır. Kötü âdetler ne hukuka ve ne de ahlâka kaynak
olabilirler. Örfle âdet arasında bir ayırım yaparken, ölçü ne olacaktır?
Burada iki sorunun yanıtlanması gerekli görülmüştür:
1- Hukukun amacı
nedir?
2- Adetler içinden nasıl bir ayırım yapacağız?
Hukukun amacı, adalettir. Öyleyse, hangi toplum türü olursa
olsun, o toplumda haksızlığı önlemek için alınacak bütün önlemler adalet
kavramının içeriğine girer. Tarımda kölelik, ticarette mürabaha (karaborsa),
endüstri toplumlarında sömürü, gerek hukuk ve gerekse ahlak bakımından adalet
kavramıyla çatışmaktadır.
İslâm bilginleri, adalet kavramını yalnız hukuk alanı için
sınırlamışlardır. Çünkü adalet kişisel bir davranış değil, devletin varlık
nedeni ve amacıdır. Sınıfsal ayırımın olduğu yerde adalet olmaz. Bu açıdan
İslâm Hukuku bir sınıf ve zümre hukuku değildir.
Adaletin sınır ve kapsamı nedir? Bunu Durkheim'ın kolektif
vicdan adını verdiği icma'ı ümmet belirler ve kanun koyucu bunu araştırır.
Kuşkusuz adaletin içeriği çağdan çağa toplumdan topluma
değişir. Elbette tarım toplumlarında geçerli olan adalet kavramı ile, iş
bölümünün teknikle rekabet ettiği endüstri toplumlarında adalet kavramının
içeriği değişik olacaktır.
İslâm hukukunun oluştuğu dönemlerde tarım ve özellikle
ticaret ön planda rol oynadığı için, toplumun saygıdeğer ölçüsü örf olmuştur.
Örf, maruf herkesçe bilinen anlamındadır. Fakat bu bilinme aynı zamanda
toplumun ortak saygınlığını içerir. Adalet kavramını inciten yaygınlık, örf
kapsamına giremez.
İslâm hukukçuları, örfü tanımlarken onun niteliklerine
dikkat etmişlerdir. Bir âdetin örf olabilmesi için kadim olması yani geçmiş ku¬şaklardan
kesintisiz olarak gelmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Imam'ı Azam Ebu
Hanife ve onun izinden giden müctehitler, bu kanıdadırlar. Fakat Imam Ebu Yusuf
ve onun izinden gidenler için önemli olan âdetin yaygın olmasıdır.
Batı`da örf ve adetler hakkındaki incelemeleri çok sonra
başlaması¬na karşılık, İslâm düşüncesinde özel bir öneme sahip olmasının
nedeni, âdetlerin İslâm hukukunda hem kaynak ve hem de lâik bir nitelik
taşımasındandır.
Örf ve âdetler Batı toplumbilimcilerini ahlâkla ilişkisi
bakımından ilgilendirmiştir. Ancak Batı'da 19. yüzyılda, milli bir hukuk
eğilimi başlayınca örf ve adetler birden önem kazanmıştır. Batı'da örf ve
adetler faşist bir hukuk anlayışına neden olduğu halde, İslâm hukukunda icma ve
ona kaynak olan örf ve adet, Arap nasyonalizmine karşı bir baraj
oluşturmuştur..: '
Demek ki bir millet hangi hukuk sistemini benimsemiş olursa
olsun, kendi örf ve adetlerinin ve kendi aklının hukuk kaynağı olması ve
ya¬şanması, toplumun adalet ihtiyacına cevap vereceği gibi, yabancı ve benimsenmiş
hukukun millileşmesini de sağlamanın tek ve akılcı yoludur.
Bir toplumun ortak faaliyet ve vicdanı ile ortaya koyduğu,
koyması gereken gelenek görenekleri ve onların üstünde hukuku olmazsa, ortak
emek ve vicdanı mesaileri azalır. Millet olma yavaşlar, devamı ise zorlaşır.
6 - MİMARLIK KÜLTÜRÜ - Yapı Kültürü
İnsan ilk önce, iklim ve tabiat şartlarından, hayvanlar ve
diğer insanların tecavüzlerinden ve bakışlarından korunmak, barınmak yürümek ve
kendini rahat hisetmek için kapalı bir yer mekân bulmak veya yapmak istemiştir.
Bu yerler giderek, mağaradan evlere ve bugünkü gökdelenlere
kadar varmıştır. Bu mimari özellikler, her millet için ayrı isteklere ve
ihtiyaçlara cevap vermiştir. Yalnız yaşayanlar için değil ölüler için bile
şahane binalar inşa edilmiştir.
Mimari eserler, evler, saraylar, köşkler, köprüler, su
kemerleri, hanlar, kışlalar, kaleler, hamamlar, bedestenler (çok dükkânlı,
kapalı çarşılar) çeşmeler, sebiller, kuyular, kanallar, oteller, gökdelenler,
yollar, limanlar ve en son ikâmet yeri mezarlar ve mezarlıklar vs.dir.
Bunlar her milletin yaşadığı değişik yerlerdeki malzemelerle
yapılmıştır. Bunların ortak tarafı şartlara göre, ortak ihtiyaçlara cevap
vermesidir Müslümanlarda, evde temizlik, hamam ve su çok önemli olduğu için,
her evde ve hatta, misafirlerin yıkanmaısı için, misafir odalarına ayrıca küçük
hamam eklenmiştir.
Bu mimari eserlerin, aynı ihtiyaca cevap verenleri bile her
millete göre az çok farklıdır. Hatta evler, aynı ülkenin değişik yerlerinde
değişik şekildedir. Ama her evde büyüklere, küçüklere ve evlilere, bekârlara,
kadın ve erkek misafirlere hizmet verecek bölmeler düşünülmüştür.
Bu mimarî özellikleri ortaya çıkarmak milletleşmenin önemli
basa¬maklarıdır. Bunları korumak, yenileştirip en yeni projelerde aramak bu
mimari özelliklerin devamını ve başka ülkelerde kullanılmasını ve milletin
tanınmasını sağlar. Her ülke ve Türkiye; belde özelliklerine göre farklı bir
Köy İmar Planı'nı gündeme getirip, mimarlık kültürünün yaşanmasını sağlayabilir. Devlette bu mimari
özelliklerini inşaat projelerinde aranan şartlara ilave ederse, kültürünü
korumuş olur. Bunları şüphesiz hakkı ile yetişmiş devlet adamları mutlaka
düşünürler.
Millet olmak için böyle şeyler yapabilmek şarttır Her
milletin eserlerini yüceltmesi ve geliştirmesi birinci görevi olmalıdır.
7 - SANAT KÜLTURÜ - Yazı ve resimlerle Konuşmak
Dil ve yazı, gür ve nesir olarak, kağıda dökülür. Edebiyatı
da her millet kendine göre ortaya çıkarmak zorundadır. Dil maharetlerle
kullanılırsa şiirin ve düzyazı-nesirin-diğer kollarında gelişir. Edebiyatın
önemli yanı bir toplumun iyi yönlerini ortaya çıkarması, iyiliğin tanın¬masına
ve bilinmesine yardımcı olmasıdır. Edebiyatçılar bu sebeple, tarihçi,
sosyolog-psikolog ve dilci olmalıdır, denilmiştir. Bütün toplumların ve
kişilerin başlangıç toplumu olan aile hayatını ve onun üzerinde kurulan bütün
toplumların hayatını, yaradılışına tabiatına-uygun olarak ortaya koyması buna
bağlıdır. Aile insan üretilen toplum ve mekândır İnsan, iyi ve kötü ayrımını
evinde öğrenir.
Bu şekilde bir tanıtma ile, "iyiliği ve doğruluğu"
öğrenecek insanla¬ra, bu çizgi dışında davranışların değişik ölçüde sapıcı ve
yanlış davranışlar olduğu öğretilmiş olur. Önemli olan da insanları, mutlu
edecek bilgiler edinmeleridir.
Milletler önce "halk edebiyatı" olarak eserlerini
ortaya koyar. Edebiyat, müziğe eşlik eder, halk kültürü olarak "millî
kültürün" tabanını hazırlar. Ev eşyalarında, iş aletlerinde, örmelerinde,
ağaç, toprak ve madeni bütün el işlerinde, müzik aletlerinde giyim eşyalarında
yemeklerinde vs. kendini gösterir. Halk seviyesinde, bu faaliyetler sürüp
gider. Bu halk kültürü (folklor seviyenin bir üst kademesinde gelişerek millet
ve hatta dünya ölçüsünde, ilmi metotlarla eserlerini kültür sermayesi olarak
ortaya çıkarır.
Dil en iyi şekilde kullanılarak edebiyatın değişik sanat
kolları ortaya çıkar. El işlerinin yerine onları herkesin yapabileceği şekilde
"nasıl yapıldığını ortaya" koyan kitapları yazılır. Çalıp söyleyen
yerine, müzik konuları, notaya bağlanır Mimari özellikler proje ile gerçekleştirilir.
Halk oyunları, bütün hareketleri ve kıyafetleri ile tespit edilir.
Böylece toplum sanat beceresini ilmi metotla herkesin
anlayacağı şe¬kilde ve üstün "Sanat" olarak gerçekleştirir. Bu
faaliyetler, toplumun büyüdüğünü, geliştiğini milletleştiğini gösterir: Pek
tabii ki halk kültürü de milli kültürün ana kaynağı olarak, devam edip gider.
Milletler bu tür eser ve özelliklerini devamlı olarak
yaşamak suretiyle tanıtılabilir. Tanıttıkça, onları başka milletler de
benimseyerek ortak inanç ve uygulamalar başlar. Bu ise, milleti kendi içinde ve
dışındaki insanlarla bütünleştirir. Bir yabancı sizin yemeğinizi yapar,
elbisenizi giyer, oyununuzu oynar, çalgınızı çalar, dilinizi konuşur, örf ve
adetinize uyar, hukukunu sizinkinden alırsa, kültürümüz meyva vermeye başlamıştır,
yaşama şansı vardır denilebilir.
Edebiyat bütün bunları söz ve yazı ile en iyi şekilde
tanıtacak en iyi kültür dalıdır. Sinema, Radyo ve televizyonda ona bağlı olarak
hizmet verir. Roman, şiir vs. bunu takip eder.
Çok uzun izah edilebilecek bu konu, "millet olmak
için" taşıdığı önem açısından bu kadarla yetinmek yerinde olacaktır.
7 - MÜZİK-OYUNLARI VE ÇALGILAR
Müzik, evrende var olan maddi ve manevi dünyamızın bize
işittirdiği sesler arasından bize hoş gelen sedaları bir araya getirmek ve
çirkin olanları onlar arasından ayıklamak sanatıdır.
Bunu ancak milletler yapabilmiştir. Tıpkı dil -lisans- gibi
bir olaydır. Defteri kitabı ve kuralları önceden belli değildir. Milletlerin
ataları, dillerini, ellerindeki, dil bilgisi kitabına göre ortaya çıkarmış
değillerdir. Dil ve müzik yapmanın önceden bir kitabı yoktur. Milletler hem
dili hem dili hem müziği, hem yapar ve yaparken kurallarını da koymuşlardır
işin harika tarafı da burasıdır. Belli şekilde bilinmez, ilmi yoktur, ama başlı
başına vardır ve ilmiliktir.
Bu sonsuz derecede harika bir olaydır. Çünkü, bunu aile,
sülâle, kabile, yapamamıştır. Hatta daha üst seviyede ümmetlerin bir ortak dil
yapma kabiliyetleri olmamıştır. Ortak müzikleri olmamıştır. Bütün
"insanlık" ta, bu derece iyi eserler verecek -toplum- üretimi
sayılacak eserler vermemiştir. Milletler en çok eser veren insan toplumlarıdır.
Bu sebeple, müzik ve dil münhasıran millet olmak seviyesi
ile orantılı olarak ortaya çıkan sanat şaheserleridir. Hayatımızda ise ne bu
eserlerini ne de millet varlığını yok farzetmek mümkün değildir.
Yeryüzünde, canlı cansız su, hava ve hayvan sesleri ile
sanayi makinalarının çıkardığı çeşitli seslerin arasından çıkarılarak, mekanik
cihazlarda toplanan önemli müzik çalışmaları vardır.
Fakat, yerden bir adım yukarıda, bir insanı manevi dünyasına
hazza ulaştıran tarafı yoktur. Bulunan, kirlenen iç yapınızda bir durulanma,
arınma ve çökelmeyi yapamaz. Sesleri çoktur. Çünkü tabiatta da ses çoktur. Türk
klasik ve tasavvuf musikisi "hoş sedaları" bilinen ve bilin¬meyen madde
ve mana aleminden toplamıştır. Türk musikisi dinlemesini bilenlerini
ağırlıklarını -safrasını- atar, hafifleştirir geçici de olsa huzura kavuşturur.
Bir Mehter musikisinde, asırlar önce askeri, siyasi, maddi
ve manevi amaçlar sergilenmiş, bunlar kıyafetle ve hareketle
kuvvetlendirilmiştir. İki saz bir arada çalınmadığı dünyada Türkler Mehter
(bandosu) ile de önde bir musiki kültürü sergilemişlerdir.
Müzik kulağa hoş gelen seslerden teşekkül eder. Herkesin
kulağına hoş gelen sesi, onun müziğidir. Kimsenin müziğini hor görmek hakkını
kimse kendinde bulamaz.
Dil, örf ve adetler konusunda söylenenlerin müzik içinde
söylenmesi mümkündür. Her millet müziğini ve oyunlarını zaman içinde kendi
yapar, komşu seslerden, sazlardan ve özelliklerden de, hoşuna gittiği ölçüde
istifade edebilir.
Müzik kültürü halkın çeşitli kesimlerinde değişik şekilde
görülür. Halk müziğini dinleyenler gibi sanat Müziğini Tasavvuf Musikisini
dinleyenler.
Bir millete ait, müzikte de, her millet için haz kaynağı
olan diğer milletlere ait sesler, benzer olanlar varsa o insanlığın ortak
malıdır. Ancak, müzik önce millidir herkesin hoş sedaları kendine göredir.
Millet ¬sosyolojisi- iyi yapılmayan ülkelerde kanunlarla -bu derece ciddi (dil-müzik-oyun)
sosyal eserlere- müdahale edilmesi onların kendi içindeki gelişmelerinin altüst
edilmesi, milletler için çok ciddi ve ilimsizlikten doğan, siyasi olaylardır.
Halk bu tür olayları şaşkınlık içinde seyreder ve kültür
eserlerini kendi seviyesinde yaşatmaya çalışır.
Evrenden toplanan hoş sedaların, istenildiği zaman tekrar
aynı kaynaktan dinlenmesi mümkün değildir. Onların istenildiği zaman tekrar
edilmesi önemlidir. Aslanın sesini sevebilirsiniz, ancak istediğiniz zaman
aslanı kükretemezsiniz. Milletler, bunun kolayını, müzik aletlerini icad ederek
bulmuşlardır. Bunları hangi insan veya toplum münferiden yapabilmiştir.
Halk oyunlarına gelince;
Oyunlar, evrendeki bütün hareketlerden, bir milletin zevki
selimine uygun en güzel olanların bir araya getirilmesi ve çirkin-müstehcen-
olanlarının ayıklanıp atılarak, meydana getirilir. Hangi kitaba göre, hangi
sanatkâr eli belli değildir. Bunları millet yapar.
Türk milleti gibi asıl inanç ve davranış kuralları olan
milletlerin bütün halk oyunlarındaki terbiye, edep, nezaket, herkes için dikkat
çekicidir. Şimdi insanlık başka bir yöne girmişse de Claude Farrere'in Türkler
için dediği gibi "Türkler şimdi Avrupaî olmak için red ve inkâr
ettiklerine yarın çok geç ve acı olmadan sahip çıkacaktır" sözler bir dost
uyarısıdır. Aslını yani kültür unsur ve değerlerini inkâr veya ihmâl eden her
millet için önemlidir. Her millet kendi din ve inançlarına uygun oyunlar ortaya
çıkarmıştır.
Milletler bu oyunları icad etmekle de kalmamıştır.
Oyunlarını müzik ve çalgılarla bütünleştirip birlikte icra edilmelerini
sağlamıştır. İnsanların "birlik içinde olmalarım" emreden
inançlarımız bunları gösterip bize "ibret almamızı" ihtar eder
gibidir. Çünkü insanlar, birlik halinde olmanın, daha binlerce faydasını elde
ederler. İnsanlar aile'den itibaren her türlü sıkıntılarını aşarak birlik
halinde olmak bunun sayısız nimetinden yararlanmayı bilmelidirler.
Şu kadarını teşbih olarak ortaya koymakta yarar vardır.
Bütün geri zekâlılar bir araya gelip birlik içinde -uyumlu- bir ticari ortaklık
kurul¬sa, üstün zekâlı ve birbiri ile uyumsuz olan ortaklardan çok daha
başarılı olurlar denilebilir.
8 - GİYİNME KÜLTÜRÜ
Her insan giyinir. Giyinme üstün ve asıl bir ihtiyaçtır.
Yemek içmek gibi. Yaradılış gereğidir. Bunun çeşitli sebepleri vardır. Asıl
ihtiyaç giyinme ihtiyacının karşılanmasıdır. Kendi iklim, inanç iş ve
toplumdaki yerine ve görevlerine göre giyinir. Giyim konusundaki güzellikler ve
kurallar kadın giyiminde ağırlık kazanmıştır. Her millet, değişik şeyleri
giyinmiştir. Ortak tarafı, vücutlarının belli yerlerini, yerine göre örtmekten
ibarettir. Şartı ne olursa olsun, insan giyinme ile daha güzel ve saygın olmayı
ve gösteri merakını da tatmin etmiştir. Giyinmek aynı zamanda ve birçok konuda
olduğu gibi ibadettir.
Milletimiz dünya'da moda ilhamı verecek kadar geniş bir
giyim tez¬gahına sahiptir. Diğer milletlerin giyimleri de güzel olabilir. Ancak
her milletin önce kendi giyim kültürünü yaşatması gerekir. Onu ortaya
çıkaranlar, yaşanmasını düşünmüşlerdir.
Elbise giyinmek içindir. Olur olmaz yerde çıkarıp atılmak
için değildir. Milletler de giyimlerini, kuşanmak için ortaya koymuşlardır.
Çıkarıp atmak için değil!
Bizim dünkü kıyafetimiz olan (folklor) elbiselerindeki,
terzilik, kültür ve sanatı, çeşitlilik, renklilik, uyum, zerafet ve desen
çeşitleri ile bütün dünyaya "büyük bir millet" geliyor dedirtir. O
folklor kıyafetleri bizim dünkü günlük elbiselerimizdir. Harplerin ve
fakirliğin gözü kör olsun ki, o elbiseler lime lime eskidi, yırtıldı, soldu.
Yıllarca üstümüzde kalan bu eski elbiseler, bugünkü cazibesini yitirdi. Moda
olarak değerlenemedi. Tıpkı inançlarımızla beraber...
İşte bu sebeple batılı giyim bize daha hoş göründü. Şimdi
ise Batı modacılarının ve gençlerinin, Türklerin kıyafetleriyle kuşanmaları
sözkonusu olmuştur. Ancak, şimdilerde onların bakışları bizim bu
zengin¬liğimize yönelmiş bulunmaktadır. Pek tabii ki tanıtmayı iyi yapan daha
çok taraftar bulacaktır.
İnsanlar hangi millete ve dine mensup olduklarını, önce
"isimleri" ile sonra giyim kuşam ve beslenmesi ile ortaya koyarlar.
Her insan kimliğine sahip çıktığı toplumun üyesidir. İnsan aksini iddia etse
bile isim, giyinme, yeme içme konularında uyum ve anlaşma sağlanan insanların
milleti, onun milleti olur.
9 - BESLENME KÜLTÜRÜ
Her millet bazı şeyleri yer içer, bazılarını yemez içmez.
Böyle olma¬sı gerekir. Herkesin yediğini yemek gerekmez. Faydalı veya zararlı
olduğu içindir, haram-helâl olduğu içindir. Ancak, bunlar önemli olaylardır.
Milletlerin kendilerine göre perhizleri vardır. Bunlar insanları bir millet
bendinde (barajında) tutan kurallardır.
Bu bendi fert veya millet yıkarsa yarın hangi suyu içeceğini
bile bilemez olur. Başka milletlerin kurak ovalarında kaybolup gidebilir.
Türklerin, bütün müslümanların ve bütün insanlar için ortak fizyolojik olarak
beslenme kuralları vardır.
Milletimiz bu konuda herkesce anlaşılır ve kurallar
koymuştur. Günde en çok üç defa yenilmelidir. Sabah, Öğle, Akşam. İyice
çiğnemelidir. Uzun süre yemek yememeli, sindirim sistemi meşgul edilmemelidir
Yağlı ve etlilerden daha çok, sebze yemekleri yenmelidir. Biraz daha yerdim
noktasından yemekten korkmalı, acıkınca yemeli, aç iken bitirmelidir, çok
yemekten kaçınmalıdır. Allah adıyla yemeğe -nimete- ve her iyi şeye başlamalı,
sağ elle yenmelidir. Midenin 1/3 su, 1/3 hava, 1/3 yemekle dolacak şekilde
yenmelidir. Yemekten önce sonra elleri yıkamalı, "az yiyen melek, çok
yiyenin helâk olacağını" bilmeli, bildirmeli, yemekten sonra kendince bir
teşekkür -duası- yapmalıdır. "Yemekten sonra her zaman dişlerinizi
misfakla (bir ağaç dalından yapılan tabii ve dünyanın ilk diş fırçası)
fırçalayınız: ' sözünü 1400 yıl kadar önce İslâmın peygamberinin emrettiğini
belki de, insanlık bilmemektedir. Öğreneceklerimiz yanında millet olarak
öğreteceklerimizde olmalıdır. Çünkü milletler, zaman içinde birbirlerinin her
konuda öğretmeni olabilirler. Çünkü bunları diğer canlılar hiç yapamazlar.
İnsan yaradılmak ne büyük mutluluktur. İnsan dışında hiçbir canlıya hitabeden
din ve toplum kuralı yoktur. Yani dinler de insan olanlara hitap ederler.
Aklımız ve insanlığımız biz hitabettiğini hissettiğimiz dini kuralların miktarı
ile anlaşılır.
İnsanların, bunları kendilerine kaideleştirip, miras bırakan
milletlere şükran borcu vardır. Bunlar ilmen ve aklen kabulü gerekli mirastır.
Reddi, ruhen, bedenen ve toplum olarak hastalanmaya yol açacak sakıncalı
davranışlardır.
Bugün, yemek yemesini bilmeyen ve kurallarına uymayanların,
sırf bu yüzden yakalandıkları, kalp, kanser dahil en kötü ve ölümcül
hastalıkları bilmeyen yoktur. Milyonlarca insan bu yüzden, hasta ve hastane
köşelerinde değil midir? Yemeğin sosyal faydaları da vardır.
En kötü ve huysuz insanla ilk ve en iyi ilgi; onun seveceği
bir yemek veya tatlı ikram edilerek kurulabilir.
Ya çocukları helâl lokma ile beslemek ve beslenmek düzenin
ana unsuru değil midir? Haram yani başkasına ait ve zararlı olanı, çocuğuna
veremeyeceksen, onu elde etmeye gerek kalmaz. Ondan kaçınınca, rüşvet, kara
borsa, irtikap, hırsızlık vs. de olmaz. Küçük bir haramdan kaçınmak bir dünya
düzeninin anahtarı olabilir Hepsi de akıllı ve dini kurallara uymaktan geçer.
Bir "ağız-boğaz kanalı" yemek içinse vücuda,
"meşru iş ve alınteri ile elde edilenlerin" sokulabileceğini,
insanlık bilmeli. Bize milletimizden kalan bu kurallara bizde uymalıyız.
Misafirlerimize yemek ikramı ise apayrı bir olaydır. Sağlık
içinde ya¬şamak ve uzun yaşamak için "az yemek, öz yemek helâl yemek"
bize bildirilen buyruklardandır. Millet olmak böyle her konuda işi, eseri
faaliyeti, aklı, ilmi ve eseri olmak demektir. Öyleyse herkesten farklı
beslenme düzeninde olmalıdır.
10 - MEZARLIK KÜLTÜRÜ
İnsanların, bu dünyadaki son işi şüphesiz hepiniz "bana
döneceksiniz" emrine uymaktır. Ölüm... Ölüm ile insan son görevini yapar
ve dünyadaki bütün ilâhi beşeri ve hukuki emirlerden kurtulur.
Bu sebeple, ölüler için yapılan mezarlar, milletler için çok
ve çok değişik anlamlar taşır. Teselli ve denge kaynağı olurlar. Bir genç
kadını süslü ve özel arabasını parketmiş, kocasının mezarının mermerlerini
el¬leriyle yıkarken gördüm... Onun neler düşündüğünü hâla merak ederim.
Her millet mezarını kendine göre yapmıştır. Müslüman
milletler de¬ğişik farklarla yaptığı mezarı, insan boyunda, koltukaltı
derinliğindedir.
Ceset sağ omuz üstü ve Kıbleye doğru toprak üstünde kefenle
gömülür. Milletin bu mezarı ile ilgisi azalan veya yok olanlar, beton kutuda,
özel odada, kiralık katlarda veya yakılarak, gömülmesini isteyebilirler.
Kültürünü hiçe sayan ki§ileri ise çocukları veya torunları, mezarın fazla yer
işgal etmemesi için matkapla delecekleri bir kuyuya ayakta gömeceklerdir..
Belki bu onların, tanrıları karşısına dimdik elleri kalçalarında "esas
duruşta" çıkmaları bağışlanmalarına sebep olabilir!... diye
düşüneceklerdir.
Ama bu kültürünü nazara almayan milletlerin hepsine
uygulanırsa vay halimize...
Kültür, insanları ve milletleri olduğu gibi gösteren
"Boy Aynasıdır." Onlar sayesinde kendimizi olduğumuz gibi aynen
görürüz. Doğduğumuzda olduğu gibi, ölmemizde de bize ait özellikler yaşanır.
Milletler farklı güler ve farklı ağlarlar. Bu farklar bizim güzelliklerimiz
değil midir?
Bu dünya' dan bir "Sessiz Gemi" ile yol alıp
merhum Şairimiz Yahya Kemal'in dediği gibi "Meçhule" değil çok iyi
bilip bellediğimiz bir başka dünyaya giderken, dostlarımız bizi son bir defa
müslümanca yıkar, temizler ve bembeyaz lekesiz bir yolculuk elbisesi ile
"Gönderenin" huzuruna çıkarmak isterler.
Tabutumuz, musalla taşımız, namazımız, cenazemizi
uğurlayanların tavırları, giyimleri, taşınmamız, mezara girişimiz, mezarımızın
eni boyu, hocalarımız, dualarımız, mezardaki ilk karşılama ve sorulacak
sorulara verilecek cevaplar ve o cevapların cemaat dağıldıktan sonra imam
tarafından mevtamıza sesle son defa öğretilmesi, Rabbin, nebin, dinin ne,
sorularına, Rabbim Allah, dinim İslâm, nebim Hz. Muhammed (S.A.) diye cevap
vermemizin telkin edilmesi hatırlatılması, mezarımıza dikilen tahtalar, taşlar,
mermerler, kubbeler ve türbeler bizi "bizleştiren" özelliklerimizdir.
O kadar bizi temsil ederler ki, bugün hudutlarımız dışında
kalan mezarlarımızın taşlarını, sarıklarını, mermerlerini, türbelerini,
yıkanlar ve yok edenler, bir Türk askerini, bir akıncıyı veya serdengeçtiyi
öldürmenin, yere yıkmanın zevkini duyarlar. Türk ve birazda müslüman olanlar,
bir mezar taşımızın yâd ellerde yıkılmasından, bir levent Türk askerinin şehit
olmasında duyacakları üzüntüyü duyarlar. Tabii duyabilenler... Bu ince
özellikleri yitirenler, garip adetlerle, cenazeyi alkışla uğurlarlar.
Bizim Türkistan'dan Atlas Okyanusu'na, Yemen'den
Sibirya'lara kadar, ceddimizin ruhlarına saygı için hatıralarının ve
mezarlarının bakımını bir sanat eseri olarak korumak zorundayız. İnsanlığın
ortak malı olmuş bu tarih hazinelerinin korunması için Birleşmiş Milletlerden
yardımcı olması sağlanmalıdır.
Bugün Bizans eserleri, 1932 yılında Bulgaristan'da
"Bizans Eserlerini Koruma Kongresinde" alınan kararlara göre
Türkiye'de milyarlar harcanarak ortaya çıkarılmaktadır. Türk'üm diyebilenler,
Türk tarih eserlerinin de Bizans Eserleri gibi, Balkanlarda ve Doğu Türklerinin
bulunduğu Rusya'da ortaya çıkarılması ve yaşatılmasını mütekabiliyet şartı
olarak ileri sürmeliydiler. Dün hükümetçe katıldığımız ve kararlarını
uygguladığımız "Bizans Asarını İhya Kongresi"ne bu karşılıklılık
maddesini koydurabilseydik, bugün Bulgaristan'daki ve Balkanlardaki Türk sanat
eserlerini ve bu arada ata mezarlarını koruyabilirdik.
Bunu yapmadığımız için, bu hataların bedelini bugünkü Balkan
Türklüğüne ve bize çok pahalıya mal etmişlerdir. Bu kongredeki temsilcimiz,
Balkanlardaki eserlerimizi ve insanlarımızı onların, insafına değil bilinen ve
yaşanan zülmüne teslim etmiş değil midirler? Bir mütekabiliyet şartı bu günkü
acılarımızı ve Balkan Türk'lüğünün acı talihini yenebilirdi. Elbette ki bir
zihniyet meselesidir.
Burada, millet gerçeği üzerinde önemle durulmasının sebebi
belli bir millet için değildir. Milletler gerçeğine (sosyolojisine-ilmine) ışık
tutmak bu gerçeğin her türlü maddi ve manevi yapısının benimsenip devlet
çapında korunması içindir.
Bu haliyle millet olamayanlar, hakkı ile devlette olamazlar.
Merhum Ziya Gökalp'ın ifade ettiği gibi "iyi bir milletin, dindaş
milletlerle de uyumunu daha yüksek seviyede geliştireceğini, bu ise var olan
kültürü kuvvetlendirerek doğrulanacaktır." Millet bir kan ortaklığı
değildir. Ama kan ortaklığı da diğer unsurlarla beraber olursa önemsiz
değildir. Aynı değerleri benimseyen paylaşan insanlar aynı millettir Bu sebeple
"Hristiyanlar bir millettir" denilmiştir ama "Müslümanlar da bir
millettir demekten" bin yıl bizim dilimiz aşınmıştır. Dünya ve gerilik
bize, ne soy¬dan ne de dinden kardeş edinmeyi yasaklamış, Hristiyanları kardeş
edinmeyi serbest bırakmış fakat kabul edende olmamıştır.
Millet konusuna açıklık getirmek, ciddi, milletle uyumlu bir
devlet olmamıza yardımcı olsun diyedir. Millet çomakları hazırlayıp, diğer
milletlerin gözünü çıkarmak için değildir. Varea çomakları kırmak içindir. Bu
eserlerin ve inançların, daha ikna edici olarak açıklaması yapılabilir.
Bunların iktisadi, siyasi, toplumsal, askeri faydaları inceden inceye ortaya
konulabilir ve sırf "Kültür unsurları" konulu bir eserde de ele
alınmalıdır.
Burada, şunu son olarak tespitte zaruret vardır. Millet
denilen in¬san topluluğu sırf birliğinin mahsulu olarak, yukarıda sayılan ve
onlardan türeyen yüzlerce eseri yapabilmiş bir dine, inanışa uyma ve uygulama
kararı verebilmişse bu çok önemli bir olaydır Bunun sonucu olarak böyle yüce
eserleri, inançları kararları verebilen bir topluma saygı duyulur. Gelecekte
de, bu topluluğun her konuda doğru karar verebileceği kabul edilerek var olan,
yapma ve hükümet etme yetkisi tanınır. İşte sosyal demokrasi bu sosyal
değerlerle bütünleşen yönetimdir. Millet adını kullanarak! hükmetmek değildir.
Milli hakimiyet kültür unsurları ile siyaset-devlet olmaktır. Batı'da her
ülkenin kültür unsur ve değerleri kendi ülkesinde hâkimdir. Yani yaşanır,
yaşatılır, baştacı edilir. Bunu bilmeli ve şerefli ve bir o kadar da yorucu
ilmi ve akılcı bir çalışmaya hazır olmalıdır. Batıda milletlerin devlet olması
böyle bir çalışmanın ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu dünyanın her yerinde
böyle olmuş ve böyle olacaktır.
Bütün bu unsurları gerçekleştiren milletler ise devlet olmak
için hazırlıklarını tamamlamış sayılırlar. Burada, kültür unsurlarının millet
olmak için, önemli olduğu kadar yine bunun kadar önemli olan millet ve devlet
hayatını son derece yakından ilgilendiren bir konu gündeme gelmektedir. Bu
durum, demokrasi denemesi yapmak isteyen Kültürlerin ve özellikle, doğu Türk ve
İslâm kültürlerinin çıkmaz sokağıdır. Bu sokağa giren kültür, asırlarca
bocalamaktadır.
11 - İLİM ARAŞTIRMA KÜLTÜRÜ
Bütün kültür değerlerinin vermil olması başka, milletler
için çekici olması başka şeylerdir. Kültürün, kendi toplumunda yaşanması ve
yaratılması için fen bilimlerinde gelişme ve buluş yapabilen (mucit) nesillerin
ortaya çıkabilmesini teşvik etmeli, hızlandırmalıdır. Çünkü, kültür,
milletlerin hayatıdır. Kültür, maddî varlığın iyi olması ile daha yüksek
seviyede yaşanabilir.
Her kültür, ilimde ve onun ürünlerinde (teknoloji) ileri
olmayı da ilham edebilmelidir. Yani ilmi teşvik etmeli ve gerçekleştirmelidir.
Ancak bu sayede, yeraltı, yerüstü ve uzay insanların hizmetine girer. Varlıklı
mutlu bir hayat yaşanabilir. Kültür eserleri varlığın zenginliğin yardımı ile
yapılabilir. İnsanlar en iyi şekilde yer, içer, giyer, en iyi evlerde barınma
imkânı bulur. Dünya ancak ilimle ve çalışmakla güzel olur.
Kültürler, ilmi teşvik ederek bu çıkmaz sokağı aştığı gün,
ülkelerinde ve dünyada söz sahibi olurlar. Bu şartı yerine getirip milletleşen
bir toplumun kuracağı devlette o derece dünya siyasetinde söz sahibi olabilir.
Türk kültürü unsurlarından, İslâm dininin ilme en yüksek değeri verdiği daha
önce ortaya konulmuştur.
Tarihte (X. ve XI. asırda) Endülüs-İslâm'ın üstün kültürünü,
Fran¬sız Kralı Frederik ile Sicilya Kralı Roger aynen saraylarında yaşattılar.
Ama o zaman, Kurtuba'da, on yedi üniversite, 700 kütüphane, 800 cami ve
kütüphanelerde 400.000 yazma ilmi eser vardı. Bütün fen bilimlerinde
Hristiyanlar, Kurtuba'ya öğrenci gönderiyorlardı. Endülüs ve Islâm üstündü,
varlık sahibi ve ilim demekti. Haçlılar Islâmla sıcak temasta idiler. Endülüs
Halifesi Yunan eserleri dahil bütün Asyadaki kitapları araştırıp, Endülüse
taşıyordu. Kağıdı Asya'dan alıp ilk kullananlar onunla kitap yazanlar VIII
asırdan beri Müslüman devletleri idi. Onlardan batıya geçmişti. O zaman
dünyanın Öğretmeni Müslüman Araplardı.
XVI. Asırdan sonra, ilmi araştırmayı terkeden, Endülüs
yıkıldı. On¬ların temelinde batı Rönesansı gerçekleşti. Bugünkü ilmini ve
teknolojisini ortaya koydu. Batı kültür ve medeniyeti üstün ve çekici oldu.
Şimdi de Müslümanlar onların kültürünü-yaşayışını taklit etmektedir. Onların
her şeyi güzel görünüyor. Çünkü öğretmenlik şimdi onlarda onların kültürü
hakimdir. İşte bu sonu anlamak lâzım. Bunu sağlayan, ilmin, teknolojinin ve
buna dayanan dünya ticaretinin ellerinde olmasıdır. Varlıklı olmaktır, zengin
olmaktır.
İlimsiz Kültür, yarı canlı bir vücut gibidir. Hayat
fonksiyonları zayıflamıştır. Yarı canlı kültürle, yarı canlı devlet olur. Orada
ne kültü¬rün, ne de devletin bağımsızlığı istenildiği gibi gerçekleşmez.
Demokrasi de olsa başka sistemde olsa, kendi kültürünü dünya piyasasına
çıkarmak, ona alıcı bulmak, kültür ile ilim araştırmayı, hayat ile ilmi
birleştirmeye bağlıdır.
Bu ilim yarışı başladığı zaman liderler birbiri ile değil,
kurdukları üniversiteler ve diğer eğitim öğretim kurumları ile onlardan
yetişenler birbiriyle yarışırlar, üretilen mal ve makinalar, dünya ile yarışır.
Pazarlar, o malları satmak için yarışır. Malları yapanları aratır. Onlar bu
suretle de kültürlerini ortaya koyar ve pazarlarlar.
12 - KÜLTÜR VE SİYASET
Kültür iç siyasetin kendisidir. Hayatın kendisidir. Her an
içinde olduğumuz durumdur. Bize yürü, yürü diyen sestir. Yanlış yoldasın
diyendir İç siyasettir.
Milletlerarası siyasette ise, varlıklı ülkelerin, insan
dahil her şeyi satın aldıkları bedeldir. Zenginler, bütün kültür unsurlarını
yabancı ülkeler çeşitli bedellerle satarlar. Dillerini, dinlerini,
adetlerini,hukuk kurallarını, tarihlerini, müzik, oyun ve çalgılarını,
mimarlıklarını, edebiyatlarını, yemeklerini, giyimlerini ve daha akla gelecek
her şeylerini kültürlerini-satarlar. Geri kalmışlar, da bunları çeşitli
sebeplerle ve bağımsızlıklarını da bedel olarak verip alırlar. Aldıkça, kendi benliklerini
kaybederler.
Bir millet, kültür alıcısı olmaktan çıkıp, kültür vericisi
olmanın yolunu bulunca, ilim de, zenginlikte, toplum yapısını kuvvetlendirmenin
yolunu bulmuş olur. Devlet giderek bağımsızlaşır. Bir Devletin en önemli işi,
ürettiği malları ile birlikte kültür satıcısı olmaktır. Verici kültürler, alıcı
kültürleri, fakirleştirir, çekiciliğini siler ve yok eder. Devlet adamları,
kültürlerinden neyi satabileceklerinin tespitini yaptırmalı ve hazırlıklı
olmalıdır.
Galatasaray Üniversitesi Fransızca eğitimi yapmak şartı ile
Fransa'nın desteği ile açıldı. Aynı anlaşmaya Türkiye'de Fransa'da, Türkçe
eğitim yapacak bir ilkokul açabilir maddesi konulsaydı. Türkçe resmen Fransa'ya
girmiş olurdu. Ama Heyhat... Büyümek budur. Toprak işgal etmek değildir...
İnsanların beynini kazanmaktır.