Mehmet Akif
MEHMET ÂKİF
Mehmet Âkif’i iki yıl uzaktan tanıdım: Sabahları Beylerbeyi iskele vapura beraber binerdik. O, Darülfünun şerh-i mütûn Profesörü Ferit Kam’la yan yana otururdu. Bazı üç kişi olurdular: Meşhur Şeyh Muhsin-i Fânî, Hüseyin Kâzım Bey de katılırdı aralarına... Ben, uzak düşmemeğe çalışır, karşılarında bir yere ilişirdim.
Köprüye kadar kendi dünyaları içinde ne tatlı, ne özlü konuşurlardı. Elimde kitap; ama tek sahife çevirmeden, tek satır okumadan bütün uyanıklığımla onları dinlerdim.
Güzeller mihriban olmaz hemen yalvârı görsünler!
Mısraındaki “yalvâr”ın “yalvarmak” anlamına gelmediğini, bir paranın adı olduğunu, yine böyle bir sabah yolculuğunda üstad Ferit Kam merhumdan duymuştum. Bana söylerken değil, kendi aralarında konuşurlarken!
İki yıl sonra, artık hecenin beş şairinden biri olan ben, nihayet Mehmet Âkif Bey’e de takdim edildim: Büyük şair, güzel insan, iyi dost Mithat Cemal’in zarif evinde. Âkif, boyu ortanın üstünde, siyah çember sakallı, siyah, dolgun kaşlı, seyrek saçları makine ile kesilmiş, sağlam yapılı bir insandı. Yüzüne bakanın her şey aklına gelebilirdi: Evkaf kâtibi, Asmaaltında yağ tüccarı, sarığını yeni çıkarmış mahalle imamı, bağ, bahçe sahibi toprak ağası... Ama şair, asla!...
O gün, hiç incitmeden beni imtihan etti. Şiirler okuttu. Ben gittikten sonra, Mithat Cemal’e:
― İyi yazıyor bu oğlan, demiş.
Ondan sonra, bir kere Nureddin Artam’ın havuz başındaki dergâhında beraber bir akşam yemeği yedik. İki kere de yine Mithat Cemal’in apartmanında akşam çayı içtik, o kadar... Sonraki konuşmalarımız hep vapur yolculuklarına, ayak üstü tesadüflere kaldı. Her görüşte, benim hep artan hürmetim, onun hiç eksilmeyen muhabbetiyle karşılaşıyordu.
Âkif’in babası İpek’li Mehmet Tahir Efendi’dir. Köyünde biraz okuduktan sonra İstanbul’a gelmiş, medreseye girmiş, yıllarca çalışmış, dirsek çürütmüş, Fatih dersiâmlarından olmuştu. İçi dışı tertemiz bir insanmış. Onu, başka Tahirlerden ayırt etmek için “Temiz Tahir Efendi” diye anarlarmış. Annesi Emine Hanım, Buharalı bir anne ile bir babanın kızıdır. Ama, Anadolu’da doğmuştur. Anadolu’da büyümüştür.
Babasını ve kendi çocukluğunu “Fatih Camii” nde şöyle anlatıyor:
Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak,
Vücudu zinde, fakat saç, sakal ziyadece ak,
Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz.
Yanında bir küçücük kızcağızla pek yaramaz
Yeşil sarıklı bir oğlan, ki başta püskülü yok,
İmamesinde fesin bağlı sade bir boncuk!
İşte bu yeşil sarıklı püskülsüz yaramaz, yarının büyük şairi Mehmet Âkif’tir.
Âkif şair miydi, değil miydi?.. Onu, Hamit’lerle, Fikret’lerle bir hizaya getirenler de var, edebiyat sınırları dışına sürenler de...
Şüphesiz, bir Hamit olmasaydı, hele bir Fikret olmasaydı, hattâ bir Muallim Naci olmasaydı bir Safahat şairi de olmazdı. Bakınız şu mısralara:
Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâziler,
Civârından kaçar bulmaksızın bir lâhza istikrar.
Tabiat perde pûş-i zulmet olmuş, hâba dalmışken
O gûya kalb-i nuranîsidir leylin, durur bîdar.
Hâmit değil mi?... Hattâ yarım Hâmit Faik Âli!... Sonra, rast gele şu mısralar:
Coşkun, koca bir sel gibi, daim beşeriyet
Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet.
Dağlar, uçurumlar ona yol vermemek ister.
Nasıl, bunlar da sanki Âkif’in değil de Fikret’in...
Safahat’tan değil de Halûk’un Defteri’nden dökülmüş!
Ama bu deyiş yakınlığı dışında öyle kocaman bir Mehmet Âkif vardır ki hiç kimseye benzemez, herkesten ayrı ve yalnız kendisidir ve elbet, elbet, elbet gürül gürül, çağıl çağıl bir şairimizdir. O olmasaydı, Çanakkale dilsizdi:
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i.
Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi!
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem sığmazsın!
Yalnız Çanakkale mi?... Ya İstiklâl Marşı?... Otuz altı yıldır, her hafta sonu, bütün memleket ayağa kalkıp onu dinliyor:
Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak!
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak,
O benimdir, o benim milletimindir ancak!
...
Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın,
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın!
Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın!
Aradan yıllar, yıllar, yıllar geçti. Hâlâ her mısra bir ürpertidir. Bu şiirleri yazan adama şair, hem de büyük şair denmez mi?
Âkif, Mahalle Kahvesi ile, Küfe’si ile, Seyfi Baba’sı ile ve bunlara benzer manzumeleriyle bir realist şairdir. Ama, çirkinliklere bir sanatkâr mizacının arkasından bakmaz, onu, duygusuz bir fotoğraf makinesi gibi çeker:
Duyuldu bir iri ses, arkasından istiğfar...
Meğer geğirti imiş...
― Pek şifalı şey şu hıyar!
Cacık yedin mi, ne hikmet, hazır hemen teftih...
Evet, şifalı yemiştir...
― Yemiş mi !... lâ teşbih!
Kahvedeki müşterileri yalnız pislikleriyle anlatır:
Al işte: “Beyne burundan gerek demiş de hulûl”
Taharriyat-ı amîkayla muttasıl meşgul!
Mühendis olmalı mutlak şu ak sakallı adam,
Zemine, daire şeklinde attı bir balgam.
Abanmış olduğu bir yamrı yumru değnekle
Mümâslar çekerek koydu belki yüz şekle!
Hayır, sanatkâr pislikle de oynar. Ama böyle deli pisliğiyle oynar gibi değil, tıpkı kimyager titizliğiyle, kendisi tertemiz kalarak!...
Mehmet Âkif Bey’de güzelle çirkin, büyükle küçük yan yanadır. Bu da galiba çok yazmaktan... Bir de onun, yalnız Allah’ını, Peygamber’ini, vatanını, milletini sevmiş olması, kalbinde başka aşka yer kalmaması, sanırım eksiklerinden biridir.
Âkif, kaba görünüşünün adamı değildi. Zarifti, hazır cevaptı. Bir gün, Neyzen Tevfik’e öğle yemeğine dâvetlidir. Gider. Berbat bir han odası. Sofraya oturmadan önce muslukta elini yıkar. Neyzen havlu geti Ama Âkif silmek istemez, havada biraz salladıktan sonra mendilini çıkarır. Neyzen havluda kurulaması için zorlayınca:
― Yoook, Tevfik, der. Şimdi gıcır gıcır temizledim, kirletemem!
Safahat şairinin damadı Muhiddin Bey; bir otomobil şirketinin acentesiydi. İş yüzünden her gün o ilden o ile gezip duruyordu. Ona yazdığı mektupta:
“Süpürge bilmecesinden farkın yok. Çat şuradasın, çat burada... Nereye, hangi adrese mektup göndereceğimi bilmiyorum ki...” diyor.
Meşhur bir edibimizin cinsî hayatına dair yüz kızartıcı sözler söylenirdi. Hattâ bu sözleri yalnız başkaları değil, kendisi de söylerdi. Bir gün:
― Yahu, dedi. Bu adam kendisine iftira ediyor, övündüğü kadar edepsiz değil!
Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Burdur mebusuydu. O, ayaklanan Anadolu ile beraberdi. Yer yer kaynaşan isyanlara îmanlı sesiyle karşı koymuştur. Hele Kastamonu’da, Nasrullah Camii’nde verdiği büyük siyasî vaaz bütün gönülleri fethetmişti.
Mehmet Âkif ömrünün son yıllarını Mısır’da geçirmiştir. O, şapka giymemek için memleketten uzaklaştı derler. Yalan!... Safahat şairini Abbas Halim Paşa dâvet etmişti. Hayalindeki eserleri, hele büyük bir aşk ile yazmak istediği Salâhaddin-i Eyyubî isimli manzum piyesi yara için, geçim zorluğundan uzak, rahat bir hayat hazırlamıştı ona... İşte Âkif’in seyahat sebebi.
Orada, Mısır hükûmeti ona bir vazife de verdi: Üniversitede Türkçe ve Türk edebiyatı profesörlüğü... Mithat Cemal’e yazdığı mektupta:
“İstanbul’da Türkçeyi ve Türk edebiyatını okutacak Âkif’ler çoktur. Ama ana dilimi ve millî mefahirimizi burada Araplara öğretecek ve sevdirecek başka Âkif bulamayız!” diyor.
Onu, hastahanede gördüğüm zaman hastalıktan korktum: Yalnız söz meydanının değil, er meydanının da sayılı bir pehlivanı olan dağ adam, erimiş, yorgan altında bir kemik yığını kalmıştı. Değişmeyen yalnız ışık dolu, güzel, canlı gözleriydi.
Ölümü, toprağa götüreceği eserleri yazamamanın hasreti, ama Tanrısına kavuşmanın bahtiyarlığı, vecdi içinde bekliyordu:
Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş bağını,
Bana çok görme ilâhî bir avuç toprağını!
Yusuf Ziya Ortaç